Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

Yemek Yaparken Tutturulması Gereken Parçalar

Zannediyorum Ali Gül ile ikinci çalışmamdı. O gün de yağmur var mıydı anımsayamıyorum. Birkaç demo tam da istediği gibi gitmemişti. Olmadık yerde nefes alıyor, bilinmedik yerde duraksıyor, kavşakları duraklar hak getiriyordu. Bizden, daha doğrusu benden bıkmış olacak ki stüdyonun arkasındaki salona doğru yollandık.

“Marş, marş!”

Bunca yolu söylev dinlemek için mi geldim diye söylenmek üzereydim. Koltuklardan birine kuruldum. Nefes egzersizleri bile olurdu. Aktif olmamı gerektirecek herhangi bir şey. Kendimle yüzleşme sırası değildi. Derken ışıklar söndü. Ekrana, neredeyse makara sesini duyabildiğim ekrana, görüntüler gelmeye başladı.

“Şimdi seslendirme nasıl yapılmaz birkaç örnek göreceğiz,” dedi. Muzipliği de vardı. “Ve nasıl yapılırı da göreceğiz elbette.”

Bir insana bayılıyor olmam için tatlı sert olması yetiyordu. Neden hemen bayılıyordum ki? Kelimelerin ezgisi -müthiş klişe olanların bile- beni kendine çekiyordu. Yaralar, bıyık altı gülüşler, en hüzünlü andan en komik ana geçişler, olmayacak fikirler hemen aklımı alıveriyordu başımdan. Filmin sesini iyice açtı. En arkalarda bir yere oturdu. Ben en önlerdeydim. Sol tarafta. Bana filmi işaret etti elinde tuttuğu kumanda ile. Önüme dönüp biraz kaykıldım. Bacaklarımı ön sıradaki koltuğa dayadım. Filmin sanatsal başlangıcı hoşuna gitmemiş olacak ki çoğunun iki kişi kalıvermiştik salonda on dakika içinde. Hocayı ve rejideki teknisyeni saymazsak tabii ki. Ben de çıkmak istiyordum ama belki ayıp olur diye düşündüğümden belki de sırf daha demin saydığım nedenlerden ötürü belki arada laflarız, bir şeyler kaparım diye gitmemiştim işte. Üstelik hiçbir şekilde habersiz, afişini bile görmediğim bir filmin zorla izlettirilmeye çalışılması vardı. Kendimle yüzleşmek istemiyordum dediğim gibi.

Doğrusunu söylemek gerekirse dublajlı filmler ilgimi çekmez. Oyunculuğu da, filmin hissini de öldürdüğünü düşünürüm; ama o ışıklar ve dışarıdaki yağmur (evet evet şimdi hatırlıyorum kesinlikle yağıyordu) klasik sinemalardan farklı olarak kimseyi göremiyor oluşum, hiçbir şekilde hiçbir kimsenin fısıltısını bile duyamayış, o, neredeyse cenaze sessizliği, harikuladeydi. Başarısızlık ile, başarısızlık üzerine, başarılı olmamanın önemi üzerine güzel bir film izliyorduk. Hayatımda unutamadığım ve unutamayacağım sahnelerden birine tanık olacaktım birkaç dakika içerisinde. Bunun üzerine yazı yazmayı düşündüm, olmadı dedim film tarihindeki -bana göre- en iyi dans sahneleri yaparım riske girmeden şöyle. Amerikan ve Hint filmleri hariç. Ya da hiçbir açıklama yapmadan videosunu koyarım, dedim. Daha sonra nasıl olduysa şu yukarıdakileri yazmış bulundum ve silmek de istemedim.

Kadınların yaptığı birçok şeyi çok beğenmekle birlikte en çok yemek yaparken şarkı mırıldanmalarına bayılıyorum. Belki annem yüzünden, bilemiyorum. Ama hani böyle inceden inceye çıkar ya, bazen o kesilen domates anneleri olur, dövülen etler kocaları, bazen unutamadığı eski aşkları, ve ona göre de bir şarkı mırıldanır insan eğer günündeyse. İşte o.

İnsanlar neden bunca şaşırıyor anlam veremiyorum ama, temizlik, makyaj, saç yaparken de, bir şey diker, bulmaca çözer, en içten bir şekilde herhangi bi’ tastamam alakasız şeye katılırken de onları seyretmeyi seviyorum. Burada ise bir sürü türden, bir sürü geçmişten, çok güzel birçok kadın var. Ve hem şarkı söylüyorlar, hem yemek yapıyorlar, hem yardımlaşıyorlar, hem de -sürprizbozmayayım- bir şeyi kurtarma peşindeler, bir niyetleri var. Kendileri ile yüzleşebiliyorlar.

 

, , ,

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »