Hepimiz o şiiri biliriz. Yahut yanlış biliriz. Ya da o şiiri bilmeyiz de, o dizeyi duymuşuzdur. Ben “dizeleri” yazacağım, “Saman Sarısı” şiirinde geçer, şöyle der Ran:
“sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin”
Bana kalırsa bu, en kolayıdır. Şiirde Ran, Freudyen bakış ile betimliyor durumu; gerçek hazzın ve doyumun tam olarak karşılandığı anne ile yalnız olunan evreyi belirterek başlangıçta. Yalnız, “mutluluk” mefhumu dil’in öğrenilmesinden sonra da çoğunlukla resmedilebilir diye düşünüyorum. Sözgelimi, ben kendimi 60’lı yıllarda Cansever ve Uyar ile (veya Tanpınar ölmemiştir daha, Atay hastalığını yenmiştir, Anday da gelir belki hem, vesaire vesaire), Çiçek Pasajı’nda bir meyhanede kadeh tokuştururken çizebilirim, yahut başkası beni resmedebilir; birtakım kelimeler ile bunu kaleme almayı “bile” deneyebilirim. Dönemi, dostluğu, edebiyatı anlatan bir şeyler ekleyerek. Hatta bunun filmini bile çekebilirim.
Ama yine sözgelimi, hastanede ilk çocuğumun doğduğu ve sağlıklı olduğunun haberini aldığım o mutlu anıma müteakip içimde barındırdığım hüznü, bunalımı ve dahası korku halini resmedemem; bunu ancak bilinçakışı tekniği ile belki belki izah edebilirim, ya da anlatmayı deneyebilirim. Yahut, ancak ve ancak bundan söz edebilirim. Yani kaygı ve mutluluğun başbaşa gittiği hemen her şeyi bir biçimde açıklayabilirim.
Lâkin, bana göre ne resmedilebilecek ne de anlatılabilecek bir şey varsa bu hayâl kırıklığıdır. Acıdır. Bu ikisi de el-ele gezer, yolları çatalanan bahçeye sapar, St. Petersburg sokaklarında o güzelim apartmanın merdivenlerinden büyük bir kararlılıkla çıkmasına rağmen pişmanlık duyar öldürdüklerinin ardından. Pişmanlığın da devreye girmesiyle “dil” tam bu noktada başarısızlığını açıklar işte. Hissedilen her şeyin bir şekilde dile gelmesi mümkündür, tam olarak karşılanmasa dahi şarkısının bile yapılması olasıdır, fırça darbeleriyle resmedilmesi de muhtemeldir. Ama hayâl kırıklığı için aynı şeyi söylemek çok da mümkün değil. Benim için kırıklık olan bu hayâl öteki için fazlasıyla mânâsız olabilir. Beni her daim ayakta tutacak şey, başkası için gelipgeçici bir heves olabilir. Ya da anlayabilsek de karşımızdakini, tam manasıyla, hissedebilsek bile o bize yine dil vasıtasıyla doğru bir biçimde aktarabilmiş midir hem olanbiteni? Aktarabilir mi? Zaten dil ile aktarılamayacak bir şeyin resimle gösterilebilmesi gibi bir fikir meşru mudur ki?
İnsan hafızası unutmaya çok elverişlidir. (Birkaç yerde bunun anlatım bozukluğu olduğunu dahi söylemiştim.) Hemen her şeyi unutur ve bununla gurur bile duyar eloğlu, övünür. Ben unutmamacasına yaşamak isterdim doğrusu. Bu da pek mümkün gözükmüyor ya isterdim işte. Hatta: Ama olsun; istiyorum! İnsanlar, onlara yapılan iyilikleri, yaptıkları kötülükleri, göze alıp almadıkları şeyleri hemen her şeyi bir kalemde silebiliyor daha doğrusu unutabiliyorlar. Ama durum bu mu, bu, bu mu gerçekten sizce? İnsan, her an ama her an kendini haklı bulamazsa ölecek hastalığına yakalanmış bir canlı, hiçbir zaman hatasını kabul etmez; hiçbir zaman tam manasıyla bağışlamaz. Hiçbir zaman -ona yapılan kötülükleri- unutmaz, ama unutmuş gibi yapar, hiçbir zaman sevmez, ama sever gibi yapar. (-mış gibi yapmak ve -er gibi yapmak. Bunları unutmayalım.) Ne olur ulan yani bir kere de başkası haklı olsa sen yerine, ne olur yani senin çilelerini çekmiş olsa sen onu suçlamadan bencillikle, ne olur ulan bir kere kendine bakabilsen tarafsızca? Olmaz. Bu şekilde işlemiyor ne yazık ki insan psikolojisi, daha çok şu şekilde işliyor: Sana yapılmasını istemediğini başkalarına yap ve bunun farkında olma, ve bunun farkında olunca da çaktırma ve konuyu değiştir, ve bunun farkında olursa da karşındaki, inkâr et. Ama sonuna kadar, ama ölümüne inkâr et. Bu. Çok da uzatmadan aslında diyeceğim şudur: “Mutluluğun resmi kolay Abidin, sıkıysa gel hayâl kırıklığını resmet!”
Not: Gerçekten çok mutlular, adeta yüzlerinden okunuyor mutlulukları! Eh be Oğuz abicim, bazen biraz dayım gibisin.
Selam;
yine ilginç bir başlık ve tuhaf bir bağlamla karşımızdasın. Düşündürtürken hatırlatan; hatırlarken kendini bambaşka birşey düşünürken buldurtan kafa açıcı içerikler icin teşekkürler.
Ben bir keresinde Bruksel’de bir müzeye gitmiştim. Fin de siecle müzesi. Orada daha önce adını hiç duymadığım bir ressamın bir kaç tablosuyla karşılaştım. (Sonra adamın hastası oldum) Fernand Khnopff. Ben onun hayal kırıklığını resmedebildiğini düşünüyorum. Hatta belki en çok hayal kırıklığını resmedebildiğini düşünüyorum.
ilk karşıma çıkan tablosu şuydu:
https://iamachild.files.wordpress.com/2014/01/miss-van-der-hecht.jpg
çocuğun hayal kırıklığı tablodan fırlamış gibiydi; renkler falan… kimmiş bu ressam dedirtmişti bana .
sonra bu;
http://www.victorianweb.org/decadence/painting/khnopff/paintings/2.html
bunlara ne dersin;
https://nga.gov.au/exhibition/masterpiecesfromparis/Default.cfm?IRN=191215&BioArtistIRN=35083&MnuID=SRCH&ArtistIRN=35083&ViewID=2
http://www.artnet.com/artists/fernand-khnopff/portrait-de-femme-QS6VgZJ50opj-9hzSyYrxA2
Epey bir portre çizmiş. Onlarca yüz; onlarca bakış; hatta bir sürü çocuk… ama çoğu kırık.
Selam drifter,
Senin yorumlarınla daha güzel oluyor bu yazılar. Nazik yorumların için de çok teşekkürler.
İlk tablo müthiş, hemen hepsi harikulade aslında. Çok çok teşekkürler. Gerçekten bütün bu bilmediklerimle bu dünyaya nasıl katlanıyorum bilemiyorum.
Yalnız benim için, daha doğrusu anlatmaya çalıştığım şey tam da bu: Evet, üzgün çocuklar, evet bir şey olmuş, evet hayal kırıklığına uğramışlar belki, ama ne olmuş? Neden bu hayal kırıklığı, yoksa bir şaşkınlık mı, belki de bir korku mu? İşte benim en merak ettiğim mesele(ler) bu. Belki resim sanatının içinde zaten bu anlam kapalılığı ve biraz da onu gören gözlere göre yorumlama var, evet. Lâkin gene söylüyorum: Neden bu hayal kırıklığı? Şu yandaki illüstrasyonların bile birçoğunda görülen bir hayat yorgunluğu ya da bir şekilde yaşamaktan duyulan "acı" söz konusu, ama neden, işte tam da bunu merak ediyorum. Ve değil bunun resmedilmesi, dile gelmesinin bile zor olduğunu düşünüyorum çünkü hayat hemen her şeyiyle fevkalade absürt.
Sen beni bir ressamla tanıştırdın ben de seni İlya Repin ile tanıştırmak isterim. Blogda bahsetmiş miydim hatırlamıyorum ama bana göre hayal kırıklığına en yakın resmi, müthiş bir gerçekçilik ile çizmiştir kendisi. Adı da "Korkunç İvan ve Bebek Oğlu" (Böyle değil ama olsun =)):
https://i.hizliresim.com/5QXEGM.jpg
Ve şu detaya bakar mısın:
https://i.hizliresim.com/6XbpyN.jpg
İnanılmaz!
Arkasında yatan hikâyeyi de bildiğimizden mi inanılmaz yoksa salt tablo mu inanılmaz bilmiyorum. Elbette hikâyesi gerekmez herhangi bir sanat eserini yorumlamak için ama bu "yoruma açıklık" hangi duyguyu tam karşılıyor onu bilemiyoruz, bence o her şeyi bize söyleyen rehberler de bilmiyor, hatta eserin sahibi bile bilmiyor. Bütün güzelliğini ve zaafını bu oluşturuyor sanırım her eserin.
Yazıdan uzun yorum oldu bu da. Umarım meramımı anlatabilmişimdir. Dil'in bu eksikliği hayatımızı anlamsızlaştıran ve de belki de çekilir kılan. Bilemiyorum ve bu yoruyor insanı.
Ilya Repin; Rus Edebiyatına düşmüş Rembrandt gibi… gerçekten müthiş.
Evet böyle düşünmemiştim. Muhtemelen cin ali'yi koşarken bile çizemezken beni resim sanatına bu kadar hayran bırakan şey bu olmalı: ardındaki hikayeyi merak etmek ve daha ileri götürüp empati kurmak/ kurabildiğimi sanmak.
Marie Monnom kimdi? dik oturmaya çalıştığı halde omuzlarını olması gerekenden en az 1 santim aşağıya ya düşüren omurgasındaki yük neydi?
van der Hecht’lerin küçük kızlarının gözlerinde neden büyük adam hüznü var; belki de sadece o koca saçma kurdeleyi takmak istemedi…kim bilir? Bilemiyoruz.
19. yy burjuvasının dertleri bizimkilere benziyor muydu?
Evet katılıyorum bu yüzlerde, acının kaynağına Repin’in tablolarındaki kadar yaklaşamıyoruz.
dediğin gibi 'hatta eserin sahibi bile bilmiyor’ hatta hatta eserin öznesi de bilmiyor muhtemelen.
Son söylediğini düşünerek başa dönüyorum. Dil’in çaresiz kaldığı tek yeri düşünüyor olman… tam da Orhan Veli’nin durduğu yerde…
Yorulmak semptom mu? Belki de herşey yorgun düşmek içindi.
Orhan Veli dedin ya, şimdi Tren Sesi'nden örnek verelim:
"Bir tren sesi
Duymaya göreyim
İki gözüm iki çeşme."
Buradaki dil meselesi, bunu şiir yapan şey örneğin hem de. Duymak ve görmek; duymayagörmek, duymaya-görmek, hem duymak hem görmek yani. Türkçe'yi çoğu zaman inanılmaz seviyorum, ve bu dil oyunları beni dumur ediyor her defasında. Aynı zamanda gözleri de iki çeşmeymiş, bak sen!. Örneğin bir kör adam tren sesini nasıl görür? Duymaya aynı zamanda görür, ya da bir sağır görmeye aynı zamanda duyar. Buralardan Barthes'e filan sapacak diye konu korkuyorum ama aslında biraz da o bütün demek istediklerim esasında hahah.
Saptı bile…
Sinestezi dediği mevzu değil mi?
hmm etkileyici! (böyle okuyunca daha bi hoşuma gitti.)
Barthes Türkçe bilseydi kesin O da severdi. :))
mesela hayal kırıklığını; hayal ve kırık kelimeleriyle ifade ettigimizi bilse şapka çıkartırdı…
Sevgili drifter, (ya da bu olmadı) dear drifter, (yahut) sevgili serseri,
Son zamanlarda aldığım kötü haberlere bir yenisi daha eklendi, bugün de uyku tutmadı anlayacağın…
Şaka bir yana (gerçi çok da şaka sayılmaz ya yazdıklarım, neyse) insanın böyle devam edesi geliyor, "dear …" veya "sevgili …" ile başlayan cümlelere, neden? Ben onca sene yazı yazdım, dille bu kadar uğraştığım hiçbir dönem olmamıştı, yani olmamış. Meğer mesele tamamen buymuş, başka bir şey değil. Yani, elbette uğraştım ama bu kadar farkındalıklı mı uğraşmamıştım, bilinçdışında mı uğraşmıştım ya da başka bir evrende mi uğraşmış veya uğraşmamıştım bilemiyorum.
O iki yorum üstteki söylediğin, "belki de her şey yorgun düşmek içindi"yi yeterince takdir edememişim -yahut takdir etmek benim haddime değilse de-
hayranlık duyamamışım şimdi fark ettim. Belki de öyleydi, belki de.
(Neden "Sevgili drifter" hoş gelmedi kulağa örneğin?)
Sinestezi daha çok bir hastalık gibi algılanıyor ya, o yüzden oraya girmek istemiyorum çok da emin değilim; ama bunlar için "göstergeleri" derdi dilin ona eminim =)
Vallahi Barthes sever miydi Türkçeyi bilemiyorum ama, hayal ve kırık kelimesi de şimdi -tam da sabahın şu erken saatlerinde- bana anlatım bozukluğu gibi gelmeye başladı. "Hayal" hatta abartarak söylüyorum ki kırıklık dışında bir şeyle kullanılmamalı, çünkü önünde sonunda hayal edilen kırıklıkla sonuçlanacaktır; eh, o halde bunu belirtmenin manası var mıdır ya da bunu belirtmeden sadece hayal kelimesi kullanılabilir mi?
Sabah sabah kafa açtım biraz ya, olsun. Gerçi uyumadığım için çok da zor olmadı ahahah.
(Niye sürekli dilimde uyumadığım?)
Günaydın ve kolay gelsin.
uyumak lazım…
ya da meditasyon şart! (Malum beyin çok yakıyor.)
olabilir; kullanılabilir. Hayal zaten kaçınılmaz bir hüzün barındırıyor içinde.. daha kurarken… iki seçenek var: ya gerçek olup gerçekliğe feda edilecek (hayalin hayalden düşmesi) ya da hayal kalıp, kırılacak;
'kırıklığı’ da ekleyip, 'hayal kırıklığı’ diye bir durum/kavram yaratmış olması insanlığın, tecahül-i arif sanatına düşkünlüğünden olsa gerek 🙂
Dali tablolarını dusundum… hayal ve hayal kırıklığını tek bir kavram olarak resmettiği tablolar var gibi…
şimdi çıkmam lazım (dil kursuma yetişmem gerek; komik degil mi:)) ama sonra bu konuyla ilgili son bir iki şey daha yazacağım. Umarım biraz uyuyabilmişsindir ve daha iyi haberler alırsın.
Epey komik =) bekleriz efem yorumları, göremesek de zamanında elbet haberimiz olur haftalar sonra olsa bile.
Zaten hayal ile ilgili şöyle bir şey de var pek saygıdeğer psikanalistlerimizin söylediği: Hayale (arzu edilene) ulaşınca insan afallar, ve ne yapacağını bil(e)mez; ondandır ki kaybeder paralarını piyango(yu) tutturanlar; ondandır ki mutlu ol(a)maz en ulaşılmaz eşi elde edenler. Burada tek önemli nokta şudur ki hep hayal etmeli, hep tünelin sonundaki ışığı görmeli ve hep ona ulaşılamamalıdır; çünkü haz ona ulaşıldığı anda biter. Hayat.. Ne diyeceksin.
Haftalar sonra dedin diye ben de biraz yaydım; ama buranın (ben hyperrealite diyorum) olayı bu. sen ne zaman görüyorsan ben o zaman yazıyorum. Zamanın biraz olsun tahakkümünü kaybettiği yer.
şu uyumadığın gecenin sabahında yazdığın ‘hayal kırıklık dışında birşeyle kullanılmamalı' cümlesini bir sonraki sabah okurken, 'en azından abarttığını biliyor' diye düşündümdü.
o gün koşturmacalı bir gündü ama sabah açtığın kafamla -ki bunu pejoratif anlamda kullanmamıştım:) 'hayal kırıklığı'ndan 'sukutu hayale uğramak' tamlamasına gecmistim bile.
sukut/düşmek ; hayal/düş… düşmek düşten mi geliyor; düş mü düşmekten? hepsi aynı şeyi mi söylüyor? düş, düşmek, düşten, düşkün, düşünce… hooop düşüyorum derken bu anlamları kullanarak zaten bissürü şiir yazmış olduğumu farkedip atladım su birikintisinin üstünden atlar gibi.
şimdi geliyorum bu mevzuda yazacağımı söylediğim son iki şeyden ikincisine: ki bu son yorumuna da yorum gibi oluyor.
Abartıyordun tabi: hayal kırıklığın tekelinde olsaydı 'hayal-perest' gibi güzide bir tanımdan mahrum kalırdık; kendimi iyice yalnız hissederdim. O zaman saygıdeğer piskanalistlerin tavsiyelerini kim ciddiye alırdı?
çünkü orası öyle…
nerdeyse eminim: hayal ettiğimi karşımda görsem koşarak kaçarım. Hayat işte ne diyim. 🙂
Dünya kadınlar gününüz kutlu olsun drifter.
'Düş'ü araştıracağım, aslında yalandan bir araştırdım ya neyse, o yetmez. Bulacağım birilerini ve daha iyi bir açıklamayla geleceğim geri, şimdilik adios!
-martin
Çok duyarlısınız Martin,
Eksik olma 😉
öyleyse ciao!