Hayatta en çok duyduğum laflardan biri: “Seni benim kadar kimse sevmeyecek.”
Yok yanlış anlamayın, bana dendiği için duymuyorum, çevreme kulak kabarttığımda çokça işittiğim bir cümle. Çok abartılı ama etkili olduğu sanılan bir cümle. Ne yazık ki ne doğru, ne de güzel. İnsanı ölümle tehdit etmekle eş değer. Ölene değin boşuna yaşayacaksın bensiz demek esasında. Giderken bile kendini övme hastalığı.
Doğrusu şudur: “Seni benim gibi kimse sevmeyecek.” Bu laf, yüzde yüz doğrudur. Sevme şekilleri farklı farklı. İnsanlar azıcık kitap okuduysa, biraz bilgiye sahipse, düşünüyorsa, sorguluyorsa bunun çok yerinde bir laf olduğunu anlayacaktır. Ve doğru olduğunu da. En acısı da budur zaten bir sevgiyi kaybetmenin. Sevgili demiyorum dikkat.
İnsan dediğimiz zaten biriciktir. Tüm duyguları hissettiğimiz yerler aynı, anlayışlarımız farklı. Yani kim sevmez güzel gözlü birini. Ama biri için güzel göz olmazsa olmazdır, öteki için gözün ardında gördükleri önemlidir. Bir şeye baktığında onu görebilmesi. Gözün güzelliği değil sadece. Güzelliği de görebilen bir göz örneğin.
Azıcık azalma dahi olması sevgide, hep eski sevme şekillerini özletecektir. Bir arkadaşınızla artık görüşmemeye başladığınızda (hatta az görüşmeye başladığınızda), ya da sevgilinizle veya babanızla… Sonradan fotoğraflarda filan gördüğünüz o anlar, hep onların sizi sevme şekillerini hatırlatır. Fazlası değil. Fazlası olmasına da gerek yok zaten. Özleyeceğiniz esasında salt o fotoğraftaki kişi değil, onun sizi seviş tarzı olacaktır. Eski günler, gençliğiniz, birlikteyken ne kadar farkında olmadan mutlu olduğunuz olacaktır.
Ben mesela eminim ki büyümüş her çocuk annesinin eski sevme şeklini özlüyordur. Sepeti sarkıtmasını, balkondan bağırmasını, hayata küskünlüğüne rağmen çabalamasını, size bağırmasını. Ama sen eski sen değilsindir, annen de eski annen değildir. Zamanın getirdiği ve götürdüğü çok şey olmuştur. Yine seversin, o da seni sever de sanki eksik bir şeyler var gibi hissedersin. Hiç doldurulamayacak bir boşluk ve boşunalık hissi.
Tam bunları duyumsadığın anda gerçekten ölüm duygusu gelir. Hiçbir zaman, istediğin kişiler tarafından eskisi gibi sevilemeyeceğin için sürdürdüğün yaşamın gereksizliği duygusu. O anlarda yaşayanın kendin olup olmadığını hatırlayamama, tüm bunlar acaba hafızamın bir oyunu mu diye sorar durumda bulma kendini. Hatta çok iyi hatırlamasan yaşadıklarını (belki de daha da yaşlanınca iyice unutacaksın) acaba ben mi kurguladım diye de sorma sabuk bir şekilde. Gençliğin ne çabuk geçtiğini ayrımsama. Bu yüzden daha da yıpranma, unutkan hafızanın (bence bu laf da bir anlatım bozukluğudur) zaruri olması belki.
Çok acıklı.
Ben mesela şey desin isterdim insanlar: “Ben senin beni sevme şeklini seviyorum.” Bence doğrusu budur. Kimse insanı sevmez. Onun kendisini sevme şeklini sever. O değiştiğinde artık sevmez. Araları insanların birbirlerine yeterince ilgi göstermeyince kötüleşmeye başlar. Öncelik sırasında değişme baş gösterince. Sanırım alışkanlıkları doğrultusunda yaşayan canlılarız. Sıkılınca heyecan, heyecanı bulunca rutini arıyoruz. Bu böyle süregelen bir dolanımsa, hayattan veya tecrübelerimizden pek de fazla bir şey beklememek gerekiyor.
Benim bazı mektup arkadaşlarım var. Kendilerini hiç görmedim ama onlara öyle laflar söylemişim, ve söylüyorum ki bazen sonradan okuduğumda şaşırıyorum. Yani gerçekten böyle mi düşünüyorum da söylüyorum diyorum kendi kendime, yoksa fiyakalı olsun diye mi böyle cevap veriyorum. Zannediyorum ki o an öyle düşünüyorum ama sonradan öyle düşünmediğimden bana garip geliyor kendi laflarım.
“Mesela inanç nedir,” diye sorulmuş bana. Şöyle demişim:
“İnanç bence hayatta mutlu olabilmenin yolu. Kime veya neye inanıyorsan artık, o inandığın süre boyunca gerçekten mutlu oluyorsun. Çünkü neye inanıyorumu sorgulamayı bırakıyorsun. (Arkadaşa veya bir balığa da inanabilirsin elbette.) Belki bu süre kısa olabilir ama, sonradan o âna ya da anlara baktığında, hayatının gerçekten mutlu bir dönemi olduğunu hatırlıyorsun. Bu da o anı hatırladığın anlarda seni daha da mutsuz ediyor.”
Bir hüzme ortasındaysak eğer hüzne de yer var hayatımızda.
El ele tutuşan su samurlarının anlattıklarını söyle bana öyleyse? Sence tamamen içgüdüsel mi, yanılsama mı, hayatta kalmak için mi, yoksa başka bir şey mi? Ben anlamıyorum hiçbir şeyi. Bunu kabul ettiğim için şanslıyım.Not: Başlangıcına bayıldım.
Geceleri, gökyüzünde, bir anlığına…
Bak ne demiş Bilge:
"Bir iki saniye öylece kalakaldık, saatlerce bir iki saniye."
Ben de bilmiyorum. Sana bilmediğimi diyemem.
"Bazı geceler çığlık çığlığa uyanıyorum Bazı günler çığlık çığlığa yazıyorum-sessizce
Birincisi karabasan
İkincisi ne?" sorabileceğim tek yer burası.
Vallahi zor soru, tam adamına diyorsun. Bilmiyorum. Aşk mı?