“Tanrım ne güzelsin, bir fotoğrafını çekebilir miyim?” (Yok olmaz öyle pat diye.)
“Ehm, Hey sen! Evet evet, sen! Elinle gösterme kendini ve arkana da boşuna bakma başka birisi yok zaten.” -Kısa bir sessizlik ve bakışmadan sonra, “Neden bu kadar mutsuz görünüyorsun bakalım?” (O da olmaz, Amerikalı mısın ulan? Ulan mı?)
“Hayatımda gördüğüm en iç gıdıklayıcı sese sahipsiniz bayan, benimle konuşmak istemez misiniz?” (Bilader, bari yapıca olumlu cümle kuraydın hani ilk tanışmanız filan ya yahu!)
“Şapkanızın arkasındaki bana hiçbir zaman olamayacak küçüklükteki delikten çıkarttığınız çokçokçok ince at kuyruğunuz kalbimin kebeleklerini canlandırıcı güçte, lütfen benimle konuşun; sizden daha çok sıkıldım bu teknede, istirham buyurmaz mısınız?” (Siz mi, istirham mı?)
“Hey baksana, ayakkabının bağları çözülmüş, takılıp düşebilirsin aman diyeyim!” (Saçmalamanın doruk noktası çünkü teknede herkes çıplak ayak!)
Nihayet hiçbir kelime anlamadığım lanet Sırpçalarını bitirdiler ve etrafa bakınmaya başladılar; ben de içimdeki saçma konuşma girişimlerimi kestim. Şaşırtıcı bir şekilde bunları iki saniyede nasıl düşündüğümü düşündüm. Akabinde de İngilizce bunları nasıl söyleyebilmeyi düşündüğümü düşündüm. Ve o anda gerçekten iki saniye mi geçtiğini de düşündüm… İki saniye veya değil ben dalmışken iki çocuk doğurmuş fiziğinin belirtisini hiçbir şekilde taşımayan çikolata annesiyle bana bakmaya başladılar. “Heh, şimdi tam sırası!” der demez bir “Allah kahretsin!” patlattım. Gene onlar bana doğru dönünce gözlerimi ve kendimi saçma sapan sarı da değil, kahverengi de olmayan (başka hiçbir renk de değil gerçi) tekne boyası renginin ahşabına ve biçimsiz ayak parmak uçlarıma ve onların kıllarına ve ondan da biçimsiz, pedikürsüz, garip ayak tırnaklarıma bakarken buldum. Son derece -onlar bunları gör(e)mese de- utandım kendimden, kendime karşı. (Belki de o renk ahşap rengidir, kim bilir! Takıldım da ben oraya.) Bunun üzerine hemen yerimden kalktım ve çapanın olduğu ön tarafa biraz soluk almaya, karpuz yemeye ve kırmızılığımı geçirmeye gittim.
Asfalt değil, “Aspat” olan yerdeyiz “Çöketme’nin Bitezi’ndeki Halil” ile. Mavilik akıyor her yerden. Kayaların şekilleri tur teknesinin en üst katından dahi görüküyor. (Tam olarak böyle; çünkü ne gözükme “kadar” sıradan ne de görünme “gibi”. İkisi birden!) Tam bu sıralarda öpüşken anne ise sürekli güneşlenip, kısa boylu kocasının dudaklarının tadına bakıp, sigaralar tüttürüyordu: Bir, iki, üç. Ojesiz parmakları, siyah bikinisi ve makyajsız yüzü ile üst kattaki on yediliklerden daha küçük ve vamp görünüyordu. Kızı ise orada tek başına ve üzgün. Tam olarak neye üzüldüğünü Sırpça bilmememden dolayı bilemedim. İçten içe şimdi tam zamanı diye düşündüm ki gene bana baktı. Veya ben öyle sandım, ki bu sanmam bile ona bakamamama (çok -ma’lı kelime tamlaması) yeterdi. Tanrım, en fazla 4 yaşında olan bir kızın bile bana bakmasına ona bakışım, kaşımkirpiğimvegözümle karşılık veremiyordum. Nasıl olduysa ağzımdan “Adın ne genç kız?” gibi bir şeyler çıktı, yuvarlayaraktan. (Zaten kendime güvenip konuşsam ter basar bana, anlatamam ne anlatmak istediğimi İngilizce olarak, bu da her zamanki sıradan şeyler gibi hayatımda hep böyle olmuştur ve olacaktır da gibi.) Kız suratıma baktı ve bildiği tek İngilizce sorunun ona sorulmasının etkisi ve heyecanıyla “Anastasia!” dedi ve kaşlarını mememe doğru kaldırdı, ki sanırım “Seninkisi ne babalık?” demek istiyordu. Ben de “Pilav!” diye cevapladım. Neden böyle bir şey yaptığıma bugün bile akıl sır erdirememekle beraber “Değişik bir deneyim olacağını düşünmüştüm.” veya “O anda canım pilav çekmişti belki de.” diyerek avuttum kendimi.
Derken ben “Nerelisin (O zamanlar üstte belirttiysem de bilmiyordum Sırp filan olduklarını), Nereleri gezdin, İlk gelişin mi Türkiye’ye (Yok onuncu gelişi! Tam bir aptalsın! Zaten kız en fazla 4 yaşında ulan, nereden hatırlayacak daha önce gelse de?), Annenler neden senle ilgilenmiyor?” gibi fazlaca cesur soruları, kendimden yaşça çok küçük biriyle konuşmanın verdiği rahatlık ve akıp giden İngilizcemle şaşkınlık içinde sordum. Ama küçük kız bu sorulardan hiçbir şey anlamamış olacak ki annesinin yanına gidip tahminimce kendi dillerinde şöyle bir şeyler dedi: “Ne diyor bu gerizekalı! Tanrı aşkına, benim ondan çokça küçük ya da kendinin benden çokça büyük olduğunu kendini göremediğinden mütevellit idrak edemiyor mu acaba? Bir baksana derdi neymiş bu çirkin ördeğin anneciğim?”
Şimdi tam rezil haldeydim ancak kıyak annesiyle konuşacak olmanın heyecanı da üstümdeydi veya üzerimdeydi. Zaten benim bu halimin nedeni azgın, orta yaşlı bir kadının bizim apartmanda oturmamasından ve bana hiç sarkıntılık etmeyip, bir şeyler almaya bakkala göndermemesinden ve sonra evine bir kahve içmeye çağırıp, kocası iş seyahâtlerindeyken yatağa atmamasından kaynaklıydı bence.
“Onun adı Anastasia” dedi vurgulu bir şekilde; o anda bütün bir konuşma boyunca bu vurguları duyacağımı anladım.
“Evet, söylemişti onu.. Tıpkı filmdeki gibi, değil mi?” dedim, garip garip kafamı sallayarak.
“Evet, oradan koymuştuk adını da; bilir misin o filmi?” (Fazla heyecanlanmış görünüyordu ve bu beni kılcal damarlarım yüzüme yakın olduğundan acayip kızartıyordu.)
“E… Evet. Biliyor musunuz bu teknenin ismi de Anastasia, binerken dikkat ettiniz mi bilmem?” (Tanrım neler diyordum böyle ama gerçekten de teknenin ismi oydu!)
“Hayır, görmemiştim; sanırım diğer taraftan bindiğimiz için.” dedi ve Anastasia’ya bir şeyler söyleyip benim oturduğum yerin bir kıçlık kalan yerine kendini sığdırdı ve kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başladı.
“E… Evet ol-…” (Buralarda biraz ne diyeceğimi bilemez haldeydim çünkü bana çok yakınlaşmıştı ve bunu istemiyordum; kendimden ben bile korkarken nasıl da korkmuyordu bu kadın?)
“Ben Mark’la, kocam, yani biraz sıradan ve klişe ama (ki klişe şeylerle yaşadığımızı bilmesi çok güzeldi) o çizgi filmin arasında, patlamış mısır kuyruğunda beklerken tanışmıştım, ve şimdi bir baksana bana! Türkiye’deyim, Mark ile birlikte 10 seneyi devirmiş ve biri oğlan (Kiril; onun adı da Makedon besteci Kiril’den geliyor), biri kız (Ana, yani Anastasia) iki de çocuk sahibiyim. Pek de kötü sayılmam ama hâlâ, değil mi?” dedi, leğen kemiklerini tutup, omuzlarını sallayıp, dudaklarını öne çıkartarak.
Tanrım resmen bana asılıyor gibi hissediyordum; benim de üstüm çıplaktı güneşlenme dalgasına (dalgası?); ve meme uçlarımın, karşımda bu dünya güzeli kadın benimle cilveleşirken kalkmasından korkuyordum. Aslında başka şeylerin de kalkmasından korkuyordum. Yani kültürel farklılıklar filan olabilir belki ama bu her yerde bir askıntılıktır bence. Ayrıca “Hey baksana çocuğun bana çirkin ördek dememiş miydi o pek sempatik kızın?” diye geçirdim içimden; ama o da sanki “Penisin boyutunu dış görünüş belirlemiyor seni ufaklık, seni şeker şey!” der ‘gibi gibi’ gözlerini belertti, kalbimden göbek deliğime doğru mavi gözleriyle beni uzunca süzerken. Nedense o sırada düşündüğüm şey gözlerinin acaba gerçekten mi mavi olduğu yoksa sonradan mı, aman yani denizdeyiz ve bu deniz bulutlarla aynı renkte diye öyle değişken alafrangalıktan mı böyle olduğuydu. Saçmaydı, ama takılmıştı işte. Kaşlarını çok fazla aldığına, burnunun küçüklüğüne, başının hafif dik duruşuna ve boynunun beni öp diye bağırışlarına da takılmıştı. O sırada orta yaşlı bir kadınla seksi düşünemiyordum çünkü yüzü bu kadar yakınımdayken ona bakıp düşünecek çok şey vardı. Yeniden Anastasia’ya ilgim kaymıştı, onunla çocuk olmak, göğe bakmak, bulutlardan çizgi film karakteri veya hayvan bulmaca oynamak istiyordum; bileğimize şekerli bilekliklerden takıp onu yemek, dizimde uyutmak, saçlarıyla oynamak, onu denize atmak, yüzmeyi öğrenmesini seyretmek ve bütün bir ömrümü onunla geçirmek istiyordum. Ve en fazla da onun, o beni deli eden sesini duymak için “Şu kızını çağırsana buraya artık!” der gibi bakıyordum “Tanrı’nın Hediyesi” anlamına gelen Dorotoye’e. O, Rus asıllıymış; adı ondan böyleymiş; bunu da sohbet sırasında söylemişti. Eeh, siz de, bütün detayları ile Dorotoye’yle neler yaptığımı anlatmamı beklemiyordunuz “herhalde zaten sanırım”, değil mi?
-İkinci ve son kısmı yarın ya da öbürsü güne.-
-düzenlemeleri yapıldı saçma türkçe hataları varmış yazıda gene.-