“Hey, Ana!” dedi annesi. (“Ana mı, ne güzel bir kısaltma! Ana, Ana, Ana!”; ama ilk “A” şapkalı!)
Bu çağrıyla beraber altın sarısı ince at kuyruğu, boynunu döndürdüğü tarafın tersindeki kırmızı yanağa çarptı ve Kleopatra’nın banyo yaptığı Akvaryum’u andıran gözlerini ise Dorotoye ve bana dikti. “Siz ikiniz, yüzmeyecek misiniz?” demiş annesine, o da bana çevirip sordu. Bir teklifti bu ama nedense, “Ben yüzmem.” dedim, Dorotoye’e. O da yüzme bilmiyormuş. Yani biliyormuş ama korkuyormuş ve yüzme köpüğünü her zaman yanında taşıyormuş. Nedenini sorduğumda ise “Denize güvenemezsin tatlım.” dedi. (Tatlım mı?) Belki de haklıydı. Sırf denize değil herhangi bir şeye güvenemezsin; o zaman bu çevresine “Güven Çemberi” oluşturanları, herkese belli bir mesafede yaklaşanları filan yadırgamamalı, dedim içimden. Ne kadındı ama. Bu Mark, acayip şanslı bir Mark’tı. (Bu cümleyle ne demek istediğimi bilemiyorum ama tam manasıyla böyleydi.) Şu kadına, şu kıza, şu -bahsedilmese de- yüzünden buram buram yakışıklılık akan, sıska, çelimsiz, ileride büyük ihtimal genç kızların canını fazlasıyla yakacak oğlana ve tatillerini geçirdiği yere bir bakın; hepsi de sağlıklılar üstelik! (Bu cümleden sonra kendimi de biraz şanslı hissetmiştim ama geçici bir histi bu.)
Dorotoye kızıyla yüzerken ben bu düşüncelere dalmıştım, onları Mark’tan dolayı (Evet, sanırım denize girmeme nedenin onlarla buydu.) uzaktan izlemek zoruma gitse de böylesi de güzeldi. Artık bakışlarımı kaçırmıyordum, sanki benim karım ve kızım yüzüyordu. Yüzmeyi pek iyi bilmeyen Dorotoye’nin Ana’ya yüzme öğretmeye çalışması biraz komik kaçsa da onları izlemek sevimliydi. Ana’nın korkusuzluğu o yaştaki bir kız için görülmeye değerdi.
Ana her haliyle bir roman kahramanıydı: Güçlü, naif, hüzünlü, aç, güzel, içi güzel… Ve küçük ama çoktan büyümüş. Çevresindekilerin kötü alışkanlıklarından zerre hazzetmiyor. Hatta bir keresinde babasının yanan sigarasını; sağ elinin baş ve işaret parmağını yalayıp, yüzünde hiçbir acı ifadesi göstermeden “çıps” diye söndürmüştü. Bunlara pek alışkın olan ailesi tepki vermese de ben ufak çaplı bir kalp spazmı geçirmiştim kızın eli yanacak diye. Fazla endişeliydim.
Bizim Ana ve Dorotoye merdivenlere yaklaşınca, Dorotoye Mark’a köpüğü tutması için bağırdı; ama Mark evden getirdiği için kaptanın ona kızdığı biraları çok hızlıca tükettiği ve kaptan üzülmesin (Üzülmesin mi? Çocuk olma almak “zorunda”ydı) diye ondan da iki küçük bira aldığından dolayı sızmışçasına güneşleniyor, büyük ihtimal hiçbir şey duymuyor; daha kötüsü ise tekneye girdiklerinden beri pek gözümün tutmadığı ama bana bir yerlerden tanıdık gelen iki esrarkeş görünümlü, isimlerini gene sonradan öğrendiğim Nihan ve Sinan’la çok yüksek sesle kötü İngilizce konuşarak takılıyor, şakalaşıyor, sigara içiyor ve gülümsüyordu. Ben ise fırsattan istifade gibi görünecek belki size ama kadınım ve kızıma yardıma koştum çünkü birinin koşması gerekiyordu; “Belki Mark’ı filan boşayıp benimle evlenir” diye düşünüyordum sanırım. Merdivene yaklaşıp önce hemen elinde tuttuğu köpüğü aldım ve benden hiç beklenmeyecek yüreklilikte elimi Dorotoye’e uzattım. O da önce gözlerinin içiyle güldü ve elimi bileğimden tutup kendini üç basamak birden birden yukarıya çekti. Bütün sularını üzerime boşalttı. Ben ise havlusunu ona verdim. Ardından “Üşüdün mü?” dedi dudaklarını büzerek; ama bana bu kadar yakınken ve onun dudaklarına bu kadar yapışmak istiyorken “Üşüdüm!” demem beklenemezdi. (Aslında “Üşüdüm!” deseydim belki de beni kendi havlusu ile -kendi de havlunun içindeyken- sarmalar mıydı? Hiçbir zaman bilemeyeceğim ve kendimi affetmeyeceğim.) Sonra birden esas sevdiğim kız Ana’yı aşağıda unuttuğumu fark ettim ki son iki basamak kala onun da elinden tuttum tekneye soktum, kolluklarını çıkardım ve havlusunu verdim. Tanrım ne de iyi gidiyordum, diye sevindim bile kendi kendime; şimdiden Ana’nın babası ve Dorotoye’nin kocası olmuştum bir Pilav olarak!
Bir sonraki koyda Mağaralı’daydık. Ve bu sefer zincirleri kırıp Ana ve Doro ile denize girdim. Hatta atladım. Su şakaları yaptık birbirimize. Mağaranın içinde oturup yankılanan seslerimizi dinledik. Ben “Ana ve Doro sizi çok seviyorum.” dedim Türkçe. Onların da söyleyecekleri ilk cümlenin beni çok sevdikleri olmasını diliyordum Sırpça. Ama adımın “Pilav” olarak söylediğim için söyleseler bile ben olamayacaktım tam olarak o. Genelde Ana “Ouuvv!” diye sesler çıkarttı Doro’yu hayaletler varmışçasına korkutmak için. Doro hafif tırsak bir kadındı anlayacağınız; öyle perilerden, hayaletlerden vs. epey korkardı.
Mağaradan ayağımıza kestaneleri batırmamaya çalışarak çıktıktan sonra Ana’nın, kafam büyük olduğu veya gözlük çok küçük olduğu için benim yüzümde çok komik duran yeşil deniz gözlüklerini taktım ve onları epey güldürdüm. Hatta bir deniz yıldızı buldum onlar için ama Roman kahramanı Ana, roman kahramanlılığını yerine getirdi ve “O da yaşamalı!” diyerek denize attı yıldız Patrick’i. Biraz üzülmüştüm, çünkü o deniz yıldızını çıkarabilmek için kafama yediğim basıncın haddi hesabı yoktu; ama olsun, daha bir kahraman, en kahraman olmuştu gözümde Ana. Ve onunla bu koydan ayrılmadan önce çıkıp çıkıp tekneden atladık, Doro bize endişe ile bakarken. El ele tutuşarak atlama, Ana’yı kucağıma alarak atlama, önce Ana’yı itme sonra kendim atlama ve daha sonra onun beni itmesine izin verme ve gerçekten çok güçlüymüşçesine, sırtımın pişme pahasına, ters denize düşer süsü vererek atlama… Çok mutluyduk, Doro ise Ana’nın babasının benim olmam gerektiğini düşünüyordu belki de. Biraz da korkuyordu ama ses etmiyordu. Düşünce sonradan bence de korkunçtu yaptıklarımız. Kiril ise bizden daha deliydi. Teknenin ikinci katından kendini atabiliyordu denize; bu konuda Ana’yı geçmişti ama bizden ya da en azından benden daha az eğlendiği kesindi çünkü ben o anda dünyanın en mutlu insanıydım.
Sonra nasıl oldu bilmem, aynı film sahnelerindeki gibi, az sonra hareket edeceğinden tekneye kurulanmak için çıktığımda hemen arkamdan (ben “hemen arkamdan” geleceğini bilemediğim için kurulanıp, onlara gene sonradan el atacaktım) Ana’nın merdiven ile teknenin birleştiği yerde önce dizi göründü (demek ki önce bacağını atmıştı) ve sonra da o güzelim kafası. Ardından kolluklarıyla beraber koşup koşup, ıslak ıslak üzerime atladı. Bunu daha duygusal nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama hayatımdaki en mutlu anlardan biriydi, belki de en mutlu andı; ilk defa birisi onu düşürürüm diye korkmadan, “Ama ıslağım onu da ıslatmayayım!” diye düşünmeden, bana fazlasıyla güvenerek, üstelik adımız dışında hiçbir cümleyi çevirmensiz kuramadığımız halde, teknenin tam ucunda duran bana kendini bırakmıştı; öylesine güvenmişti ki eminim ben onu tutamayıp tekneden birlikte düşüp ölseydik bile onu hayal kırıklığına uğratmamış olacaktım veya ben değil sadece kendisi ölse bile gram pişmanlık duymayacaktı. Neyse ki düşmedik ben sıkıca tuttum onu, kafasını omzumdan kaldırıp iki yanağından usulca ve koklayarak öptüm. (Hani nasıl babalar kızlarını öper, onun gibi işte.) O da beni, burnumla üst dudağımın arasında kalan yerden üç kere ve burnumdan da bir kere öptü sonra tekrar boynuma sarıldı. Görülmeye değer bir andı kesinlikle. Gözleri bir Koreli’yi andırıyordu, ağzını ise hipopotam gibi açmıştı; sanırım o da ağlıyordu içten içe güler, sarılır ve öperken ya da gülmesi ile ağlaması çok benziyordu bu Sırpların birbirine. Doro ise kendi başına veya Mark’ın yardımıyla tekneye çıkmış, hemen bana göre sağ Ana’ya göre sol çaprazımızda, bizi dört parmağı dudağında, baş parmağı yanağında mutlu gözlerle izliyordu. Hemen ardından ilk başta bir keyif sigarası olarak düşündüğüm tütünü yaktı; sanırım içten içe kızının böyle mükemmel bir gün geçirdiğine seviniyor ama belki de beni bir kez daha göremeyeceklerini bildiği için üzülüyordu; yani bu keyif sigarası olmaya da bilirdi dediğim gibi.
Yahşi ise son koydu ve bizim Ana, Yahşi’ye giderken o kadar yüzdük ve yorulduk; acıktık ve susadık ki uyuyakaldı. Hatta ben ve Doro bile yarı uyuklar haldeydik. Kiril, üstte, babası ile takılıyordu. Ben çocukların burada olmadığını görünce Doro’nun sigarasından bir “cigara” yaktım. Doro da yaktı. Karşılıklı bakışarak, gergin, mutlu ve bir yandan da üzülerek içimize çektik dumanı. O sırada Doro sanırım bulmaca çözüyordu veya benim yüzümü bir an önce unutmak istiyordu ki tekrar kalemi alıp gazeteye bir şeyler yazmaya koyuldu. Ben tuvalete gittim; sanırım bu manzaraya daha fazla dayanamamıştım. Tuzlanmış yüzümü, kirpiklerimi ve saçlarımı yıkadım.
Derken her güzel şeyde olduğu gibi sona geldik. Üstteki sürekli güneşlenen tayfa da aşağıya indi çok kırmızı bir şekilde. Ana uyandı. Mark ve Kiril, Ana ve Doro’nun yanına gitti; yeniden aile olmuşlardı ve bana artık yer yoktu. Doro ile birkaç kez göz göze geldik ama daha çok Ana’ya bakabiliyordum çünkü onun bir kocası yoktu. En sonunda babasının elini bırakıp bana koşarak sarıldı (bunun son sarılmamız olacağını bilseydim belki de daha geç bırakırdım onu) ve biliyordum ki bunu yapmasa kendini kötü hissedecekti çünkü benim oraya gelip, babasının tuttuğu eli bıraktırmasını sağlayıp, ona sarılabilecek bir halim ve cesaretim yoktu.
Tekneden indikten sonra bir süre beraber yürüdük Sırp aile ile. Yol ayrımına geldiğimizde ise bu sefer ben öpüşüp koklaşmak istemez bir hale bürünmüştüm Mark’ın ailesini koruma çabalarından dolayı; kıskanmanın da bir adabı olmalıydı, hem onu bile üzmek istemiyordum. Bu hep böyle olmuştu; başkalarını üzeceğime kendimi üzerdim. Ama yaklaşık beş metre filan onların yönünün tersine gittikten sonra arkamı dönüp “Anastasia!” diye bağırdım. (Vay canına, uzun zamandır Anastasia dememiştim!) Mark ve Doro da bu sese dönüp bakmıştı Ana ile birlikte. Kiril ise kim çağrılıyorsa sadece onun bakması gerektiği fikrinde olmuş olacak ki dönmemiş ve üçünden bağımsız olarak yürümeye devam etmişti. (Bitiyordum bu oğlana da.) Ben de belki koşup sarılmak istemiştim Ana’nın teknede yaptığı gibi ama diğerlerin de bana baktığını gördüğüm için sadece el sallamakla yetindim. Kaşlarını yukarı kaldırarak Ana da bana el salladı, derken ayrı olan yollarımıza gittik. Bilemezdi ki babasının beni sübyancı sandığını! Üzgündüm ama sadece onu kızım gibi seviyordum.
Ben hemen kulaklıklarıma sarılmak ve olanları unutmak için çantamı karıştırırken tahmin edebileceğiniz üzre Doro’nun çözdüğü bulmaca kağıdını çantamın ön gözünde gördüm; akıllı kadındı, ayrılır ayrılmaz görmemi istemiş olacağından kulaklığımın olduğu yere koymuştu kağıdı Doro. Bir mektup ya da telgraf gibiydi ve karelerin içinde şöyle yazıyordu:
S A N A S E N İ Ç O K S E V D İ B E N D E Ö Y L E
E
N A D R E S İ M İ Z Y A N D A
H B A Ğ L A R I M I Z I K O P A R M A Y A L I M
A
Y
A Ö P T Ü M
T
I K E N D İ N E Ç O K Ç O K İ Y İ B A K
M
I
Z
A G İ R E N E N G Ü Z E L İ N S A N S I N
Tam bunları okuyup bitirdiğim anda sanki -biraz fazla klasik olacak gene ama- arka fonda “I’ve Just Seen a Face” çalıyordu. Mp3 çalarımdan o şarkıyı bulup açtım. Görenlere aptal aptal gülümseyerek, güneşin battığı yöne doğru yürümeye devam ettim. Doro’nun beni öyle anlamadığına sevinçliydim.