*Yeni alışkanlıklar edindim. Belki eskiden de böyleydi de yeni yeni farkına varıyorum. Konuşmuyorum. Gerçek hislerim hakkında yani. Şu seçilmiş, bu böyle olmuş, aslında alkol neymiş, cinsellik veya aşk… Susuyorum ve sadece dinliyorum. Düşünmesem de öyle, cümlelerini çarpıtmak yahut gerçekten böyle düşünüp düşünmediklerini anlamak için kıvrak sorular soruyorum. Soruların cevaplarına göre de değişiyor durum elbette. Durum değişiyor sorular sordukça. Ve ben ağzımı açtıkça batırıyorum her şeyi. Böylece susmayı öğreniyorum. Böylece mağrur, çok uzun senelik evli kadın susuşlarını öğreniyorum.
*Kimse artık bana girdiği basit bir sınavdan arda kalanları kafasına takıp takıp, acele acele yazıp yazıp bulduğu videoyu benimle paylaşıp, konu hakkında bilgi vermiyor; kimsenin gözünün içi parlamıyor. Saçma sapan bir adamın kadın şarkısını önce bana dinleten, sonra saçmalığı ben de anlayınca bunu kendine dert edinen, bu derdi benimle paylaşan, öyle ki bunun hakkında yazan, konuşan, ses çıkaran, önce doğrudan kendisine ulaşmaya çalışan, sonra başka yollar deneyen, yazdığı mektubu binlerce kez düzenledikten sonra gönderen, buna deliren, daha neler neler yapan biri, yok. Saçmalığa ses çıkaran, bunu içinde büyüten, böyle besleyen biri yok, öyle her şeyle dalga geçen, hiçbir şeyi ciddiye almayan ama aslında kocaman bir drama bombası olan kadın yok.
“Aslında içten içe hep kendiliğinden yazmanı bekledim. Yani benim gibi, biraz hileli olduğunu bilsen de çareyi yazmakta bulsan istedim. Cevap vermeyeceğimi düşünsen de, yazma diyeceğimi bilsen de, yani öyle inansan da yazmanı.”
*Gerçekleşen bir düş, artık kabustur.
*Dayım öldü, üzerinden bir seneyi geçkin bir zaman geçti. Bu cümle de ne demekse, geçkin bir zaman. Aslında düşününce çok da akışkan. Geçkin bir zaman, geçkin bir zaman. Ya da zamanı biz geçtik, şimdi tam emin olamıyorum. Bana kalan yalnızca saçma anılar, çıkıp gelecekmiş hissi, odada kedi seviyormuş bakışı, kıvranan bacaklar, yakın gözlüğünün üstünden dik bakışlar, bıyık tarama ritüelleri. El böyle yıkanır! Oysa birkaç defa bütün bunlardan daha fazlasını anlatmak istemiştim birkaç kişiye. İnsan çekiniyor biliyorum sormaya, ama tüm o rezillikleri ve dünya gereksiz şeyleri sorgulayan insanlar, neden dayımı sormuyorlar bilmiyorum. Üstelik ben anlatmak isterken, yani çok da istemem bazı şeyleri anlatmayı hem, hem de ben, ben isterken. Benim bir dayım vardı. Doğduğumdan beri vardı. Aptal televizyon programları yoktu, deyyus insanlar, beyaz yalanlar, kırmızı aylar, karadelikler, instagram aşkları, hiçbiri yokken dayım vardı. Dayım şimdi yok. Koca kitaplardan, harcadığımız mesailerden, kaybettiğimiz paralardan, dinlerden, mitlerden ve içkilerden, kadınlardan, annelerden, Freud’dan, şiirden, türlü spor yorumcularından, hayattan, politikadan, bir şey olamayışımızdan; onun, benim de kendisine benzeyecek olmam korkusundan ve en sonunda da ona pekâlâ, ve tastamam benzememden; hemen her şeyden, hemen her şeyimden, elimden ayağımdan, canımdan, benim için canını verebileceğini dile getirebilen ilk ve belki de tek insandan, onun kaybından, saçma bir şekilde, kuş gibi kaybından, İzmir’den, birden gelmemden, kuş gibi gelmemden, dolanmamdan, toprak atamamaktan, şoktan, azaptan, kan kusmalarından, iç dökmelerden, ağlamalardan, zırlamalardan, gizli gizli içe kapanmalardan, bu küskünlükten, en baştaki susmalardan hemen hepsinden sorumlu, hemen hepsinin nedeni insanı bana soran yok. Ben anlattığımda dinleyen yok. Baymamak lazım içlerini insanların. Yoksa fiziksel olarak yalnız kalırsınmışımsıncılık. Ara sıra alıntı yaparak, delirttiğim anları pelesenk ederek, şaka yollu seni anıyor, seni seviyorum dayı.
*Hiçbir duygu barındırmayan duygular.
“Sonra dedim bok mu var yani. Farzediyorum sen dünyanın bir ucunda alakasız bir …sun başıma, ben de yazıyorum işte yani, kime ne. Her şey hala soyut, hala belirsiz, hala eminsiz …”
*Eve, sokakta gördüğü kediyi götürmek isteyen çocuğun annesiyle arasında şöyle bir diyalog geçiyor:
-Senin de var kedin, benim de var kedim. Bırak onu hadi artık, o zaman bütün sokak kedilerini toplayalım istersen!?
-Aslında öyle yapmamız lazım.
Anne şok içinde tabii ki. Bu çocuğu mesela alıp içime sokasım geldi o an, ama elbette çocuk tacizcisi filan olabileceğim için yapamadım. Niye çocukları seviyormuşuz! E, ulan pezevenk sokaktaki kediyi, el-alemin köpeğini niye fiziksel temas ederek seviyorsun. Çünkü yani doğalı bu. Özü bu. Şimdi ben kekik kokanı görsem uzaktan mı seveceğim sanıyorsun? Peh.
*Kulaklığımı ya da her şeye rağmen bir şekilde becerebildiğim telefonu evde unutmalarımdan arta kalanları yazacağım şimdi:
-İlk ağbi, sakallı ve deri bir ceketi var, altında kot pantolonu var, kasketini peruk niyetine kullanıyor. Renkli, turuncuya çalan güneş gözlükleri… En az 70 yaşında. Otobüs, Haliç metro istasyonu durağını geçmiş (bu durağın eskiden adı neydi sahi?), Perşembe Pazarının oralarda. İnmemize normal şartlarda iki durak var ama bu iki durak en az 10 dakika sürecek gibi. Otobüs yanıyor. Kimse, ama hiç kimse sesine benim kadar… Yok o, bu değildi. Neyse, bence üzül– aman gene karıştırıyorum… Kimse, otobüsteki bu durumdan şikâyetçi değil, çünkü telefonlarına gömülmüş, kulaklıklarına tıkılmış. Ağbi de otobüsle birlikte yanıyor. Bir tek ben görüyorum onu. Bir tek ben hissediyorum nefes verişindeki gerginliği. İyice gözlerimi kısıyorum. Ağzını, beyaz kıvırcık sakallarını ve dudakları siliyor, iki elini borazan gibi, küfür eder gibi ağzında birleştirerek ve pek tabii ki bu birleştirmede kasketini havaya kaldırıp burnunu da içeri aldığı ellerinin arasından diyaframına çektiği havanın tamamını hiddetle çıkararak, “Havalandırmaları aç, havalandırmaları, kaptan!” diyor.
Ağbinin sıradan bir şekilde değil de, elini ağzına götürüp bağırması, tipindeki o estetiklik, en sonuna kaptan derken aslında amınakoyimsankicebindenveriyorsunparayıorospuçocuğu tonlamasını duyabilmek paha biçilemezdi.
-Bir başka sefer Dolmabahçe Caddesindeyiz. Bir kız, sağa sola bakarak koştuğundan düşüveriyor savaşa uğurlanan kapının orada. Koşarken düşen kız… Sanki bütün dünya, senin düşüşünü izlemiş ve bunu için için sindiremeyecekmiş gibi sırıtıp ellerini birbirine sürttükten sonra koşmaya hafif tempoda devam edişin… Çok tatlı. Hep böyle ol. Ama kimsenin umurunda değildin, ana-babanın bile.
-Bir başka seferinde (hep böyle başlarım işte cümleye) eve dönüyorum. Ayakta kaldığım için çok sinirliyim. Yanımda dedemin ceketleri gibi hem küllük hem de rutubet kokan balıkçı abi var. He, elbette balık kokusu da sinmişti belki, o an ayırt edememişim, her neyse. Kıpır kıpır ve sopası elime çarpıyor. Çok sinirliyim, çünkü ne olmuşsa artık sadece kuş gibi olduğumu hatırlıyorum hemen. “Gel kızım diyor, gel,” yok mok diyor kadın, cak cuk. Ne diye buna yer veriyor anlamıyorum, “Olur mu öyle sen hamilesin, can taşıyorsun kızım, otur, otur şöyle,” diyor. Abiye sarılasım, onu öpesim geliyor. Hamile olduğunu anlayan amcanın bunu nereden anladığını anlamaya çalışıyorum. Kadın, beyaz, üzerini örten montlardan giymiş, fermuarı açık. İçinde gri bir kapüşonlu var. Yanda cepleri gözüküyor poların. İnceliyorum ama en ufak bir belirti bile yok. Yaşlanmak diyorum içimden, çok da kötü olmasa gerek. Bir hanımın olsa ve doğursaydı, sen de bilirdin belki bunları be bızdık diyorum kendi yanaklarıma.
*Tomris Uyar okurken çıplak kalmış gibi hissediyorum kendimi, çıplak, çıplak. Sanki hakkımdaki her şeyi biliyor hissine kapılıyorum ilk defa bir insanın – annem dahil, hatta en çok o dahil. Arkadaşıma bir dizi vardı diyorum, Türk dizisi, hani kadın takılı, adam da şair mi ne, hep orada kalıyormuş, bu deli kadın kahveye girmiş, sanırım kırmızı koca atkısı ve kısa saçları vardı, hokka bir burnu, adam onu nasıl tanımıyor hani, çay istiyor ve kadına yanaşma derdinde, kadının da gönlü var, neydi bu dizi, nasıl bitmişti hatırlamıyor musun, kadın Bennu Yıldırımlar mıydı, adam çirkin bir şeydi ama, Eski Fotoğraflar mıydı neydi adı, film miydi yoksa, diyorum. Sonra anımsıyorum ki bu sadece sıradan, vasıtasız bir Tomris Uyar öyküsü idi. Aklımı başımdan almış, her bir saniyesini kare kare gözümün önünde oynatmıştı. Bir ustalık eseriydi. Sıradan bir ustalık eseri. Kimse onun kadar başarılı kadın erkek ilişkisi yazamazdı. Hiçbir film, bu anlatının yerini tutamazdı.
*Bu akustik versiyonu bana çok dokAnıyor, her aşkımda sesin yumuşaması, çok sessiz bir stüdyo, ne bileyim, fena ediyor işte.
*Bu şarkıdaki şımarıklığa, bu konser versiyonuna bitiyorum. Böyle, bir şeyi güzel yapıyor olmanın verdiği güven, ama yine de takdir alıncaya kadar bekleme ve sonra da tekrardan coşma. Şarkıcı şımarıklıklarını 3. dakikadan itibaren gözlemleyebilirsiniz. Bir şeyi çok iyi yapıyor olmanın verdiği güvene ek, şımarma ve şımartılma isteği. Sevilmesi lazım, sevilmesini istediği kişi tarafından hem de. 4:36’da klavyecinin bakışını gerçekten ben de hissetmiştim ilk dinlediğimde. Grubunun üyelerinin hepsinin kadın olmasına da ayrı bitiyorum. (Yani bu videoda olmasa da şimdilerde böyle olmasına.)
*Münir Nurettin Selçuk’a ve Nesrin Sipahi’ye sevgiler gönderirken, şarkıdaki eksik yerleri tamamlamak, ve şiirin asıl sahibi Yahya Kemal Beyatlı’yı anmak da lazım, değil mi canım?
“Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri,
İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri…
Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;
İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.”
*McFerrin konserinde var mıydın? Bence vardın, bilmiyorum yoksan da vardın.
*Biraları bana kitleyeceğini biliyordum. Ne de olsa işi bana kendisi bulmuş, beraber çalışmamız için gerekli kriterleri kendi sağlamıştı. Helal olsundu ama, beni biraz saf görüyor olmasına içerlemiştim, hatta moralimi felaket bozuyordu bile diyebilirim. Yani beni bunalımlara düşmekten kurtaran biri için ucuz bira neydi ki hem? Hiç, ama bu saf görülme işine takılmıştım doğrusu.
“Bana bir söz vermeni istiyorum,” dedi öğretici tonuyla. “Ne olursa olsun, ama ne olursa olsun (bu ikincisi gerçekten üzerine basa basaydı) bugün ona yazmayacaksın çünkü sarhoşsun,” dedi. Kendisi benden daha fena sarhoştu. Dedim ki, “Yarın peki, ya yarın da aynı şekilde felaket hissedersem?” Şöyle bir mavi gözlerini devirdi ve, “O zaman olabilir ama bugün değil, şimdi yat, üzerine düşün, uyumaya çalış, yarın da aynı, ama tamamıyla (bu ikincisinin üzerine felaket bastırmıştı yine) aynı hissedersen ara.”
*Baba Corleone’nin öldüğü sahneyi kimileriniz belki hatırlar. Öncesinde toruna portakalları ilaçlatır, sonra oldukça şapşal bir zombi taklidi yaparak onu korkutur, sonra da “benim ben be ne korkuyorsun, oyun oynayacağız” nidasıyla kucağına alıp sever. Yere bırakır. Daha sonra yakalamaç oynamaya başlarlar. O salak ilaç şeysi de çocuğun yanında. Nefes, hırlamalara dönüşür ve portakallar arasına, tutunacak dallar bulamayarak düşer Vito. Çocuk, olan bitene anlam veremez, numara sanır, oyun sanır, gülmeye devam eder. Hâlâ inanmaz, sıkar elindeki ile dedenin suratına bir iki su-ilaç. Sonra korku ağır basar, kaçar koşarak, çan sesi duyulur.
Bunun kadar dramatik değil belki ama benim de dedemle bir anım var hatırladığım, bu aralar dilime pelesenk olan da bir lafı. Dedem, yani büyükbabam, yani babamın babası ben çok küçükken öldü, ölmeden önce de bunadığı, bunamadan evvel de şizofren ve çalışma hastası bir tip olduğu için kendisi ile anılarımız çok kısıtlı. Kendimi analiz ederken ona da çoğu yerde rastlamak bana garip geldi. Oysa, dediğim gibi çok anımsayamıyorum bile kendisini. Dedemi bir araba roka yerken, pekmez-bal-kaymak gömerken, bahçede sürekli çalışırken, kasketlerinin acayip kokusunu burnumda duyarken, camideki sakallılara laf atarken, babamla tartışırken hatırlıyorum. Bizim anımız da dedemin ininde geçiyor. İn de demiyorlardı gerçi ona, başka bir şeydi adı da, şu anda bunu sorabileceğim, sorsam da hatırlayacak kimse olmadığından şimdilik “in” diyelim biz en iyisi. Hesapta gizli bir yer. Bin türlü alet edevatın bulunduğu, paslanmış ama bana nefis kokan, ışığın olmadığı, “her yer her yerde”nin tam da karşılığı bir odacık. Burada aranılan şey nasıl bulunuyordu, ya da öyle bir yer neden vardı hiç hatırlamıyorum. Üstelik dedemin bir gözü de kördü. Yani zaman içinde körleşmişti, Van kedisini andırıyordu tipi. Sünnetimde oynamayan babaannemin başörtüsünü nasıl da açmıştı, hatırladıkça hâlâ gülerim. Dedem oynamayı, kadınları, çalışmayı pek severdi. Sinirli bir adam olmasına rağmen yönetimi aslında kolaydı. Çünkü para ile ne yapacağını bilmez, misafirlik, el ayak işleri, küçük detaylar, konuşma ve tertip gibi izanlardan bihaberdi. Mesele kırılmamak ya da kızgınken etrafta bulunmamak, görünmemek ya da pekâlâ hiç cevap vermemekte idi.
Bahçede görülemeyince kuazimodo, bana seslenilir -ki ben ya incir ağacına ya da duta dalmışımdır-, gerçi annemse seslenir, halamsa çığırır, İstanbul’un ortasındaki bu köyde, dedemi aramaya koyulurum. Havuza bakarım önce, neden var diye düşünürüm giremeyeceksek, sonra neyse der susarım. Yeşil renkli havuz hiç görmemiştim derim. Hayır der halam, o etraftaki ağaçlardan öyle görünüyor, havuz da tıpkı denizde olduğu gibi mavi değildir. Açıklamacı bir tip. Halam, bana her defasında kitap alırdı. Ben de hep masallar okurdum. Kıssadan hisseci bir yapım vardı 7 yaşında iken. Ezop benim abimdir. Borazan yapar eliyle.
Dedemi bulurdum ve bana nemrut yapardı. Hiç sevmezdim bu hallerini, oysa benim kaşlarım hep sevgiyle bakardı ona. Şimdi düşününce bir işini mi bozuyordum, acaba mastürbasyon yapmaya çalışıyordu da ben mi yakalıyordum, yoksa adamın genel tavrı mı böyleydi bilmiyorum. Benim, telefonda hiç konuşmak istemediğim zamanlarda gelen ve aramasını reddedemeyeceğim (ki var-ne kadar “yok” desem de, var bunlardan) kişilerle konuşurkenki ses tonuma bürünürdü onun sesi de. Ya halam arıyor seni dede, ya da annem seni soruyor diye o bir şey sormadan evvel tekmil verirdim kendisine. Babam etrafta elbette olmazdı. Babaannem de erken ölmüştü, yaşıyorduysa da üvey kızının bahçesine çok gitmezdi. Dedem gidince de ben, o inin yanındaki minik mağaraya saklanır, kimi zaman yakalanıp irkilsem de azıcık zorlanarak da olsa ininin kapsını açar, o karmaşada işe yarar bir şey bulmaya ya da herhangi bir insanın ne oluyor da burada vakit geçirebiliyor gibi fevkalade yerinde sorularıma cevap bulmaya çabalardım, bulamazdım elbette. Horozlar tarafından kovalanırdım, kırmızı gözlü.
Dedem çok hızlı yemeği yerdi, hava hep sıcak olurdu bahçedeyken. Öpücük sesleri çıkara çıkara su içerdi. Giderdi yine toprakla haşır neşir olmaya. Beş dakika sohbet etmezdi. Yumurta toplar, salatalıklar arasına su yolları açardı. Domateslerin içindeyken ben de peşinden koştururdum. Ne olacaksa, neden onun ilgisini istiyorsam. Sanki biraz konuşsa benimle, azıcık, Vito gibi oynasa, hatta sadece sırıtsa bile belki dünyalar benim olacak gibi gelirdi.
En son hortumu eline aldı mı, son kozumu oynardım. Suladığı bitkilerin arasında durma kozumu yani. İlgisini kaçıramazdı da, “Kaç, ordan” derdi bana. Çekil kenara, çık, ıslanacaksın, oğlum gel, ey torun, isimle seslenme. Hiçbiri yok. Kaç or’dan! Kaçmazdım elbette. O da beni ıslatırdı. Zaten de ıslatsın diye dururdum belki, sonunda ben kaç’arken ıslandığım için bıyık altı gülümserdi. Bilemiyorum belki de bu benim o zamanı dolduran hayalimdir. Geçkin bir zamandır. Kimse ölmemişti henüz. Sadece kırmızı gözlü o horoz yok mu, kovalamıştı beni.
:)) sondaki hikaye çok güzel ya. Daha çok yazmalısınız 🙂
Hahaha ben de istiyorum bazen bunu, çok teşekkürler =)