Böyle günleri seviyorum, baba evinde derin bir sessizliğin hüküm sürdüğü, eğer beraberlerse ikisinden de erken kalktığım sabahları. Ağzım tatlansın diye buzdolabına gidip, dönemin meyvelerinden bir iki tane yediğim, düşünebildiğim zamanları. Bir iki bir şey izleyip, keyfim yerindeyse yazabildiğim anları. Kedi annemin kalkmasının çok uzun sürmediği dakikaları.
Sanırım alkoliğim. Bundan size ne elbette yahut bunu nereden çıkarıyorum bir kere? Çok mutsuz olduğum için içmeyince ve içince ya sızana ya sarhoş olana dek diklediğim, harika hissettiğim ve çenemin açılıp, o suskunluğun, küskünlüğün kayıplara karıştığı yegâne anlar, kurtuluş için söylüyorum fikrimce. Beni benden daha iyi tanıyan insanlar arasında suratımın düştüğünü görenler olduğu için. Ve onlara inanılmaz müteşekkir olduğum için: “Senin içki saatin geldi,” ya da “Yemek yeme saatin,” dendiğinden. Belki de bu, basit bir abartıdan ya da sanrıdan ibarettir, bilemiyorum. Ama yeteri kadar param olsa bir gün bile içmeden durabileceğimi sanmıyorum. Hoş, param olmasa da duramıyorum. Bu yüzden baba evinde, içkisizlikten erkenden hortladığım sabahlar bana terapi gibi geliyor. Sık sık gidip, sık sık içmemeye çalışıyorum.
Kedi görme olayını size anlatmıştım. Bu anlatacağım daha başka: Kedi alma, ya da evlat edinme ya da kendi teslimiyetim ile alakalı. 2 ay kadar önce teyzemin bahçesinde bir sarı kedi bulduk. Ağlak bakışlı idi. İsmini çocukken tanıdığım, en ağlak suratlı insanlardan Şebnem koyasım vardı ama tipi gereği Simba dedim, o da çocukluğumda tanıdığım en üzgün suratlı karakterlerdendi, üstelik kedi dişi de değildi. Biliyorum saçma hareketlerini, koca kulaklarını, kafama yapışıp inmeyen o gürül gürül komik ve sevimli halinin videolarını izlemeyi, ya da fotoğraflarını görmeyi daha çok yeğlerdiniz, ama ben size bunları verecek değilim. Size sunacaklarım Simba’yı aslında neden aldığım, onu sevip sevmediğimi hâlâ bilememem ve bu ikilemin beni nasıl bana anlattığı ile sınırlı olacak. Ya da bunu böyle düşünüyorum, yazı nasıl ilerleyecek henüz hiçbir bir fikrim yok.
Hemen şunu çıkaralım istiyorum aradan: Simba’yı içten içe neden evlat edindiğim konusu tam bir kaos. Kaotik. Kaosmos. Yalnız yaşamaya çok alıştığım, ve artık sonunun gelmesi gerektiğini düşündüğüm, insanlar arasında garip hâl ve hareketler takındığım için; yahut da -yazarak yapamadığımdan ötürü- bir şekilde herhangi bi’ canlıya, bir hayata temas edebilirim belki diye düşünmüş olabilirim. Israrla olabilirim diyorum çünkü alkolik olmanın en kötü taraflarından biri de düşünce akışını çok takip edememek. Paldırküldür alınan bir karardı. Her yerine getirilen, getirelebilibilibilinillenennen karar gibi. Şöyle etraflıca düşünmek için hayat pek kısa zaten. Düşününce!
*
Ben aslında çok sevgi dolu bir çocuktum ve çocukmuşum. Anneannem de hep anlatırdı. Zeytin alana dek buzdolabının önünde bekler, siyahını yer, çekirdeğini yere atıp oynarmışım. Annem de bana kızarmış. Anneannem de annemin kızışına kızarmış. Tıpkı Simba gibi. Simba, bildiğimiz kedilere pek benzemiyor. Hayır, çok iyi bir kaleci değil, attığım şeyleri de getirmiyor, ya da süper akıllı da denemez. Ama önüne ne konursa yiyen, dahası tatmak isteyen bir tip. Maydanozdan salatalığa, dereotundan bamyaya ve türlü sebzelere dek her şeyi yiyor. Tabağını güzelce yalayıp yeni yemekler koymam için dolabın önünde, ben oraya gidene değin miyavlıyor. Ya da gözlerini bana dikip bakıyor. Eve ellerim boş geldiğimde tıpkı babamın elleri boş geldiğinde benim yaşadığım türden bir hayal kırıklığına uğruyorsa da, bacaklarıma sen ner’desin be herif diye sürtünmeyi ihmal etmiyor. Ben de babama top getiriyorum basket oynayalım diye. Mırınkırın.
*
Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Eğer beni tanısaydınız, bu tür işlere girişmek için ziyadesiyle saçma biri olduğumu bilirdiniz. Geçen bayram depresyona girdim ve hâlâ tam manasıyla buradan çıktığım söylenemez. Sarı salak suratlı bir kedi bulmuştuk bahçede. Öylesine cana yakındı ki, ve de çenebaz… Annesi gelmeyince bir sahip aramaya koyulduk, pek tabii ki bulamadık çünkü Simba veterinerin demesine göre iki aylığı geçkindi. Herkes daha daha en bebek kedi istiyordu. Oysa güzel bir kediydi. Kaşı gözü yerinde, hasta değil, kendini sevdiren, pençelerini asla çıkarmayan, oyuncu bir tipti; üstüne üstlük evdeki süs eşyalarına da dokunmuyordu. Kimse istemedi. Ben eğer pazara kadar kimse aramazsa alacağımı teyzeme ilettim. O da kabul etti. Bana esasında çok güvenmezler, uzun senelerdir yalnız yaşadığım, yarım olduğum, kafam atınca -pek çok ilişkide olduğu gibi- kaçıp gittiğim için kendi ailem de dahil olmak üzere pekçok insan bana çok da inanmamayı seçer. Hevesli, derler benim için. Hevessiz bir hevesli. Bin kere okuduğum bölümü değiştirdiğim, bazen bazı işlerden istifa ettiğim kimisinde kovulduğumdan ötürü ailenin öteki dikiş tutturamayan erkekleri arasında yerimi çoktan almıştım bile. Ama bu defa farklı olabilir gibi hissediyordum. Olmazsa da bırakırım sokağa diye düşünüyor ya da belki kendi rızasıyla karıkız bulmak için kaçar gider camdan diyordum -hem ilk kat, ölmez bile.
*
İlk zamanlar tam bir çileydi. Hoş hâlâ öyle ama dedim ya kendimi tanıdım sayesinde. Ve tanıyorum. Kedi görmelerin sebebi buymuş diyorum batıl bir inançla. Om mani padme hum. Çünkü kedi olan benmişim. Om mani pa– Simba geliyor, yazın sıcaklığına onun sıcaklığı karışıyor, kafama çıkıp saçlarımı yiyor, alışmaması için ve bir de sıcak olduğundan üzerimden her gece defalarca alıp köşeye koyuyorum, bazen ona oyun olsun diye yandaki çekyata atıyor, hatta düpedüz fırlatıyorum. Bu, her gece aramızda tekrarlanan bir oyun halini alıyor. Artık bayılınca ben de uyuyabiliyorum. Lâkin, hani olur ya, işte o gecelerden bir gün, uyku tutmuyor. Uykunun tutmayası geliyor. Tutturamazsın, diyor. Ben depresyonum, sen de benim kölem, bu gece düşün yeter uyuyarak kaçtığıın her şeyden, diyor. Simba’nın geceleyin parlayan gözlerine bakıyorum, Beni neden istemiyorsun, oysa ben ne çok seviyorum seni, der gibi. Sıcak Simba aaaaa, diyorum, git azıcık ötede, bak şur’da uyu azıcık. O sıcakta, id’in esirindeki çocukluk günlerime dönüyorum. Alamanyadan gelen üvey kuzenlerimin elinden tutmuş, amaçsızca yürüyoruz. Amaçsızca yürümeleri o zamandan sevmişim diyorum şimdilerde. Birini bir elimle, ötekini ötekiyle tutuyorum. Ellerimiz terlese de sorun etmiyorlar. Sorun etmiyoruz. Karşıdan karşıya geçip, kaldırım gelince hoooop yaptırıyorlar kollarımdan çekerek. Hemen bir sonraki kaldırım ne zaman gelecek diye bakınmaya başlıyorum. Oyunu sevmeye başlıyorum. Bir sonraki, bir sonraki engel. Hoooop. İşte bir kaldırım daha yuppi hoooop. Pek de Türkçe bilmiyorlar. Sanki aramızda gerçek bir bağ var gibi hissediyorum. Dondurma alıyorlar bana, sonra sahilde azıcık deniz havası alıp eve dönüyoruz. Aralarında bazen Alamanca konuşuyor olmalarına bozuluyorum ama ses etmiyorum. Sinsiliğim de o zamanlardan bâki. Belki yeterince sessiz olursam hem, bana bir tane daha dondurma alabilirler, diye düşünüyorum çünkü kocamanlar ve güçlüler. Benim gibi birini kollarından tutup kaldırabiliyor ve kimseye sormadan dondurma alabiliyor, hatta kapaklarını kendileri açıp seçebiliyorlar bile. İnanılmaz.
İşte bu sıcak günün ertesinde anneme sarılıyorum, annem beni itiyor, Sıcak, diyor. Götüne, boynuna, kollarına saklanıyorum. İtip itip, Yapışma, demelerine aldırış etmiyorum. Bu aramızda bir oyuna dönüşmeye başlıyor. Bakıyorum anlamıyor. En sonunda pes ediyorum. Annem, en az 30 senedir sıcaklardan, erkeklerden, hükûmetlerden şikâyet edip duruyor. Ve ben sarılmalardan, öpüşmelerden, oynaşmalardan bundan rahatsız olmayıncaya dek biri, vazgeçiyor, rafa kaldırıyorum. Herhangi biri bana sarıldığında ağlayacak gibi oluyorum. Sıcak ya, diyerek, sıyrılıveriyorum. Biri bana sarıldığında ellerim robotik hareketlerde bulunuyor. Ya da sulugözlülüğüm geçene dek sarılı kalıyor, iyice kendime çekiyor, saçlarını kokluyor, dudaklarımı yiyor, aklıma komik bir an getirmeye çabalıyorum. Haliyle bu süreç sarıldığım kişi için hayli tuhaf bir enstantaneye sebebiyet veriyor. Ne zaman bu aptal filmlerde sarılma sahneleri görsem burama ağlama gelmesi de bu yüzden. Biri yatarken boynum ve omzumun birleştiği yere doğru yatarsa, işte hep bu yüzden.
*
Simba, diyorum, Simbaaa, Simbaaaaaağğğ, Simboş, Simbokoşko, Simbokoşkotoşko, Poşkoooo, Koştopoşko, Kopşokoşkoooo, Kontoşkopoştooo. Gel, diyorum, emin misin der gibi bakıyor. Eminim seni seveceğim, istediğin kadar saçlarımı ye, diyorum, Gel oğlum. Oralı olmuyor. Kalbini kırmışım. Robotik hareketlerde bulunuyor elimde. Pati pati kaçıp mutfağa saklanıyor. Oraya gelince de dolapların altına. Bir anda iyi olunmuyor. Baba evinde erken kalkmalarla iyi olunmuyor. Atıştırılan meyveler iyi etmiyor. Kırılan güven, bir anda tamir edilemiyor. Bir anda hiçbir şey olmamış gibi başlanmıyor.
Dolabı açıyorum yanımda bitmiyor. Ağzımı şapırdatarak siyah zeytinler yiyorum. Çekirdeğini yere attığımda çok uzaklardan Simba, o ergen sesiyle, Meeeieov, diyor.
Daha çok, daha çok, daha daha çok :))
Çok iyi öykü hakkaten; ben de anlatıma şapka çıkartıyorum. Tebrikler.
Bi de ;
şu vidyoyu görmeniz lazım.
https://m.youtube.com/watch?feature=youtu.be&v=h13B-XsPSfk
Ah kediler ah!
Driftercığım selamlar,
Çok teşekkür ederim, senden övgü almak her zaman harika.
Böyle bazen kendimi kedi videoları izlerken garip sesler çıkarırken buluyorum, cinsiyetçi bir yaklaşımla aaayyy oyyy uuuyyy gibi. Durum feci cidden hahaha
Orası öyle tabi ona yapacak bişey yok ama bu vidyoda başka bişeye takıldım. Hosico'nun labirentteki tavrına, aslında labirente karşı tavrına demek daha doğru olacak.
Girişinden çıkışına kadar , özellikle çıkmaz yollara saptığında yaptıklarına…bile bile gidip köşeleri koklaması, kaşınması, olmayınca serilip yatması…
Labirent beni bezdiremez ben labirenti bezdiririm tavrı.
Ya da
"Labirent mi yaptınız bana, şaka mısınız? Hayat zaten labirent , mama kasemi de şuraya getirseniz hiç çıkasım yok" tavrı…
Öyle yani. 😉
Bunların hepsi ayrı ruh hastası ilk yorum da çok güzel ama ben ikincisinde karar kılıyorum, hahahhahah, benimkinin labirenti de camları açmam oluyor demek ki. "Ya salak mısın, istediğin kadar aç yediğim önümde yemediğim ardımda hiç kaçar mıyım, aptal bir kuş için dışarı atlar mıyım?" tavrında =)