Her şey bitti, bir bu eksik kaldı. Şarkıcıların “bootleg”leri olur ya, yazan insanların da karalamaları olur. Kâr etmek isteyen ve her şekilde satacak kişinin defterleri piyasaya sürülür kimi yayınevleri tarafından. İşte ben de buraya zamanında not aldığım ama ne anlatmak istediğimi yahut bana ne hatırlatması gerektiğini hatırlamadığım şeyleri koyacağım ya da hiçbir şekilde devam etmeyeceğim yazıları. Altına da aklıma gelenleri. Başlayalım.
*”Her şey mümkün ve hiçbir şey mümkün değil.”
Bunu google’da arattım ve çıkmadı. Üzüldüm yazıyorum, aratınca çıksın.
Bunu şu ana bulabiliyorum. 2013’ten önce yazmışım. Görünüşe göre benim değil Cioran’ın bir lafı imiş. İkimiz de başka zamanlarda aynı şeyi söylemiş olamayacağımıza göre zannediyorum alıntı yapmak istemişim. Tırnak işaretleri buna dalalet. Yine de o hiçbir şeyi paylaşmak istemez ve her şeyi paylaşmak ister yapım gereği ismini yazmamışım. Neye üzüldüğümü de anlamadım açıkçası. Hazır başlamışken alıntının tamamını iliştirelim bari:
“Her şey mümkündür yine de hiçbir şey mümkün değildir. Her şey mübahtır ama aynı zamanda hiçbir şey mübah değildir. Hangi taraftan gidersek gidelim o yol diğerlerinden daha iyi değildir. Bir şeyi başarsan da başarmasan da, inancın olsa da olmasa da, ağlasan da sessiz kalsan da hepsi aynı kapıya çıkar. Her şey için bir açıklama var, yine de hiçbir şeyin bir açıklaması yok.
Her şey hem gerçek hem gerçek dışı, hem normal hem de saçma, hem görkemli hem de sönük. Herhangi bir şeyden daha değerli başka bir şey yok, herhangi bir fikirden daha iyi başka bir fikir yok. Birinin üzüntüsüyle üzülmek, neşesiyle sevinmek de ne? Mutsuzluğunu sev ve mutluluğundan iğren. Her şeyi birbirine karıştır. Tüm kazanımlar birer kayıp tüm kayıplar birer kazanımdır. Neden sürekli kararlı bir tutum, anlaşılır fikirler ve anlamlı sözcükler beklenir ki?”
*Bazı şarkıları yanlış söylerken insan kişiliğini ele veriyor, sözgelimi piyerlotiye çıkıyorsunuzdur ve yanınızdakine şu lafı edersiniz, tabii ki o hatırlamayacaktır:
“Sen beni tanımazsın sebebini de söylemeeeeemmm.”
Şarkıyı bu şekilde yanlış anlayan er kişisinden anladığımız severse söyleyeceği içinde tutamayacağıdır; ama yanındakinin, karşısındakinin onu tanıyamamasının sebebi başkadır bu kişiye göre örneğin.
Şarkıyı şöyle söylüyorum yine:
“Ellerimsin, gözlerimsin, anlamazsın yâr.
Ben perişan, günlerim dar, inanmazsın yâr.”
Halbuki bu benim cover’ım. Anlama ve inanma’nın yerleri değişik. Bunalımdayım diyorum, anlaşılmıyor diyor insanlar, inanmıyorlar. Çünkü kodlanmışlık böyle bir şey. Bunalımda olan insanın bir yerde sinmesi ve kalması gerekiyor. Benimkisi daha enerjik, daha coşkulu şekilde vuku buluyor. Şarkıyı da ondan böyle söylüyorum.
O kadar tanıyamazsın ki beni, ellerim&gözlerim olursun ve bunu da anlamazsın çünkü böyle bir şey görmemişsindir ömründe. Eh perişan, günler dar derim, e biz normal konuşuyorduk ya ne oldu birden gene böyle deyip inanmazsın yâr durumu da oluyor. Her neyse.
Barış Manço dinleyemiyorum. Sanırım bir ölenin arkasından kurulabilecek en hüzünlü cümleler bunlar. Onu da, onun sevdiğini de o kadar çok sevmişsin ki artık onun sevdiği şeyleri onu hatırlatıyor diye yapamıyorsun. Ayrıldığın sevgili gibi değil, ölümün çok yakınında olması insanı her daim etkiliyor. En çok da etkilememiş gözükenleri etkiliyor. Vedalarda artık üzülmüş gibi yapmayanları çünkü yaşadığı için sevinenleri üzüyor. İnsan bu kadar üst üste üst üste kötü oluyor.
Zannediyorum bunu 2018 Şubatında yazdım. O zamanlar demek ki heyecanlı ve enerjik bunalıma giriyormuşum.
*Zaman düşüncenin cezalandırılmasından başka bir şey değil.
Gene büyük laf etmişim. Ben mi etmişim? Bilemiyorum. Birinizden görüp aldıysam kusuruma bakmayın sayın okur, sevmişim de not almışım demektir bu. Sadece bilemiyorum yani. Hafızam çok zayıfladı. Ve inancım da. Yazılan güzel herhangi bir şeyin benim parmaklarımdan çıkmış olma ihtimali bile şüpheye düşürüyor. Fazlasıyla acıklı.
*Zakkum, Yüksek Sadakat, SeksenDört, Pinhani, Vega vb. bunlardan herhangi birinin şarkılarını dinlemişimdir elbette, ama hangi şarkı kimin çözemiyorum. Özellikle radyodan dinliyorsak yahut gittiğimiz bir kahvede çalıyorsa. Yani bana biri gelip falanfilanın şarkısı fiskosfiskos fıkıfıkı filan der ise, evet der hafif gülümserim. Bilemem çünkü kim kim.
Zannediyorum bunu kısa kısalardan birine koymak için yazmışım. Ki kısa kısa hâlâ yazacağıma göre ileride değerlendirebilirdim. Neyse artık koymuş bulunduk. Epey güldüm bu yazdığıma. Erkek sesinin birbiri ile aynı olması halini çokça konuşmuştuk. Bu da öyle. Alttakini de ekleyeyim.
*Bir ara radyo kuracaktık ya, ne günlerdi… Her işi yapmak istemek hiçbir işi yapamamayla sonuçlanıyor. Hatta o kadar iddialıydım ki amaveucnoktaradyo ve radyoama blogspot’unu birlikte almıştım.
Liste de yapmışım, herhalde çalacaklarımın listesi. Bu şarkıların bir kısmı hakkında hiçbir fikrim yok şu an. Gerçekten, şaka yapmıyorum. Dinlediğim tarzla da pek uyuşmayanlar var içinde.
O ara dinlemiş ve not almış olmalıyım. Ve bu not aldığım kâğıtlardan biri sağ kalmış. Öykü notlarımın arasından çıktı, tahminen 3-4 sene sonra. Doktorların reçetelerinden hallice bir yazıyla yazılmış. İnanın.
Greg Kihn Band – Can’t Stop Hurtin’ Myself, The Girl Most Likely (Bu grubu, hediye verilen plaklar sayesinde keşfetmiştim. Bu iki şarkısı beni eski zamanlara götürüyor.)
Deep Purple – Strange Kind of Woman (En sevdiğim Deep Purple şarkısı olabilir.)
Yes – Going for the One (Bana göre Yes herkese göre bir grup değil elbette; ama bu kadar gölgede kalmış olması, bu şarkının Yes severlerce bile yutıbda sadece 85 bin kez filan izlenmesi, tuhaf. Dünyanın en iyi girişi. Yes sanki beyin kıvrımlarına işleyen müzik yapıyor. Evet ben de pek sevmem. Ama dinlemekten de alamıyorum kendimi.)
Neyse yazmıyorum daha fazla. Sıkıldım.
Bitiriş bile o kadar yapmak istememek değil mi ama? Ve çok şey söylemiyor mu zaten? Üzerine yorum yapmak istemiyorum. Bir kere nasıl Strange Kind of Woman için en sevdiğim Deep Purple şarkısı demişim ona da aklım ermedi. Radyo işine 2011’de girmiştim. Sadece 1 kere yayın yapabilmiştik. Yazı da da 3-4 sene önce dediğine göre 2014 yahut 2015 yılında yazmış olmalıyım. Taslağını bile bitirememişim ki kendisini yapayım, peh.
*Hayvanlar, nesnelerden sonra en sevdiğim şey dünyada. Sıralama yapacak olsak, insanı nereye koyarım bilemem. Sanırım cansız eşyalar bana göre. Konuşmazlar, konuşsalar da aynı şeyleri söylerler, onları sevmemi beklemezler, yaşlanmazlar, ölmezler, unutmazlar, bir yerlerde sizi beklerler…
Şu ara konuya girememe konusunda ustalaştığımı hissediyorum, garip olan bunu başkasında görsem hoşuma gideceği; ama yazı yazmayı, en azından bu tür yazılar yazmayı sevmediğimden uzatmamak da istiyorum. Uzatmak istemiyorum. (Bu da en sevdiğim numaralardan, tam şirinlik abidesi.) Şimdi size en sevdiğim hayvan listesini yazacağım. Tabii ki bu hayvanların hiçbirini büyük olasılıkla duymadınız. Zaten de yazmamızın amacı bu. Gösteriş. Gerçekten, buna inanabilirsiniz. Bütün sosyal ağlar içimizdekine gösteriş yapmak için var. Bilinçli. Biz, en az iki kişiyiz.
Püskülbaş, Vogelkop çardakkuşu, Japon kırmızı böceği,
9- Sinek Kuşu: Bu hayvancığı sevmemin nedeni inanılmaz tutkulu bir aşık olması. Heliconia denen şirret bitkiye, ki biz bu bitkiye platonik ve sizi kullanan aşkınız diyelim, bağımlıdır. Öyle bağımlıdır ki, kendisinden başkasının bitkiye yaklaşmasını engeller. Türlü taklitler yapar. Saniyede en az 15 kez kanat çırpabilir ve inanılmaz bir şekilde havada asılı kalarak yemek yer. Üstüne Heliconia’nın tozlaşmasını da sağlar. Tam rahatsız anlayacağınız. Evrimcilerin hâlâ sırrına vakıf olamadığı hayvanlardandır. Spatula tüylüsünün dişisiyle yaptığı oyunlara bitersiniz. Gerçekten. Eğer duyularınızla alımlayabiliyorsanız.
10- Japon Makak Maymunları: Bu maymunlar, gerçekten insana en yakın olan hayvanlardan. Ecnebiler primat diyorlar. O yüzden onları onuncu sıraya koydum. Kamerayla kendilerini selfie yapanlar mı dersin, fotoğraf çekerken sırıtanlar mı dersin, kaynar suda gevşeyenler mi, masaj yaptıranlar mı, her bok var afedersin.
8- Ay-ay: Madagaskar’da yaşayan bu Üstat Yoda kılıklı hayvanımız, evcilleşmez. Evcilleşmektense ölmeyi tercih eder. Sadece bunun için bile inanılmaz sevdiğim bu canlıyı yakalayıp zorla satanların, yöre halkına göre uğursuz sayıldığından öldürenlerin tek tek amlarına koyayım. Neyse, hayvancığımız görünüş olarak çirkindir. Bunu inkar etmeyeceğim. Ama bir o kadar sevimlidir de. Orta parmağı diğerlerinden uzundur. Ve ağaçlara bu orta parmağıyla vurup, böcekleri cezbedip yuvalarından dışarıya çıkarır, sonra da afiyetle yer. Gece çalışır. Orta parmağına verilen isimse “cadı parmağı”dır. Tam yerel halk hâlâ cadı madı derdindeler, tey yarabbi.
7- Çamur zıpzıpı: Bildiğimiz kaya balığı aslında. Karada (aslında çamur demek daha mantıklı) yaşayabilen balık. Denizde de yaşayabiliyorlar elbette. Karaya çıktıklarında ise yüzgeçleriyle yürümeyi tercih ediyorlar. Benim en sevdiğim yanı ise, evrime filan kanıt olarak gösterilmesi değil; çocukları için yaptıklarını, insan anneler yapmaz eminim, aptal primatlar. Şöyle anlatmaya çalışayım: Yaşayabilmesi için karaya daha doğrusu çamura ihtiyaç duyan bu canlı, yüzgeçleriyle denizden çıkıp, sahilde (karada-çamurda) oyuk oluşturur. Düşünün yüzgeçleriyle hareket ediyorlar -denizden çıkıp, çok uzun bir süreçten bahsediyorum- çamurları ağzıyla dışarı atıp oyuk oluşturuyorlar ve her bir yumurtanın hava ile temas etmesi için de bunu sürekli tekrarlıyorlar. Çocukları için ölen anne ahtapottan sonra en vefalılardan.
https://www.youtube.com/watch?v=Du1-evrUsKk
Komodo Ejderi: Bu hayvanı sevme nedenim inanılmaz dinozora veya ejderhaya benzemesi. Ağzında bilmemkaç çeşit bakteri var ve zehirli elbette. Böyle bir canlının yaşadığı dünyada hemen her şey olasıdır, ve bir gün dünyaya geleceklerdir.
Sıralamanın boktanlığına bakar mısınız ya… Zannediyorum en önceki üçlüyü listeye almak için yazmışım. Sonra da 10 ve 9’un yerlerini değiştirmişim. Zaten benim yazı tarzım hiç değil. Paslanmamak adına uydurduğum ve ancak yazınca bazı şeyleri unutmadığım yahut hatırladığım için -kendime- hazırladığım bir liste olacak imiş. Ve ben tabii ki yarım bırakmışım. İşim yarım… Bu haliyle de bilgilendirici her şeye karşın =P Cem Yılmaz videosunu anlayamadım ama hahaha.
*”Güzel kitaplar yabancı dildeymiş gibi yazılmışlardır. Her sözcüğün altına biz kendi imgemizi, kendi anlamımızı koyarız, bu da yanlış anlamlar yaratır. Fakat güzel kitaplarda yapılan tüm yanlış anlamlar güzeldir.”
Proust’tan yaptığım bu alıntının zamanını hatırlıyorum çünkü ilk kez Proust okumaya 2 sene önce girişmiştim. Bu laflar bana biraz ne yalan söyleyeyim aşkı çağrıştırdığı için üzerine iki kelam etmek istemiştim. Görüleceği üzere edememişim. Çünkü neden edeyim yani? İşin latifesi bir kenara tıpkı aşkta olduğu gibi sevilenin sözleri başka başka anlanır, biz aşık olunanın her sözcüğüne bir yenisini ekler, bilhassa sözceleri yapısöküme uğratırız. Ama okuduğumuz bu kitap harikulade ise bu başka anlamları, bir başkasının düpedüz bayağı anlatımlarına tercih ederiz. Böyle şeyler sanırım =(
*Aşk hakkında herkes bir şeyler söylüyor. Eh, biz de pek herkesten farklı canlılar olmadığımız için bittabi bundan söz açabiliriz. Geçenlerde (1-2 sene önce) Downton Abbey’i izliyordum; yan-roldeki oyuncular ve kamera arkası bu kadar başarılı olmasa adından bunca söz ettirebilir miydi bilemiyorum. Dizideki en büyük leydi olan Mary hanımkızımız, yer yer bizi şaşırtsa da aslında son derece itici ve zorlama bir karakter. Kesinlikle duygusuz ve sürekli birilerine âşık olan, başından onca olay geçmesine rağmen hiçbirinin üzerinde durmayan, hemen hemen insani hiçbir tepkisi olmayan biri. Böyle anlatınca izlemeyenler için “yabancı” görülebilir ama hiç öyle de değil, sadece züppeliğinden kaynaklı özellikleri var, her neyse diziyi anlatmayayım belki izleme listesinde olanlar olabilir. Her neyse bu Mary ve onun her ne olursa olsun durdurulamaz aşk hayatını anlatan ve bence aşk&gurur meselelerini de güzelce ele alan alıntı babası rolündeki Lord Grantham’dan geliyor ve kızı hakkında şunları buyuruyor:
“Mary can be such a child. She thinks that if you put a toy down, it’ll still be sitting there when you want to play with it again.” (Mary bazen ziyadesiyle bebekleşebiliyor. Tekrar oynamak isteyinceye değin bir taraflara koyduğu oyuncağının kendisini bekleyeceğini zannediyor.)
Tabii ki, bunu kuru kuruya yazınca bir şey anlamadınız. Oyuncak burada aşıklarından birinin metaforu. Mary de şımarık biri olduğu için ondan ona giden bir hercai. Acı çekmeyi bilmez, sevmeyi bilmez. Aslında bakacak olursak zaman zaman hatasını anlaması dışında hiçbir şey bilmez ama bildiğini sanır; tek özelliği doğmuş olmaktır. Bana kalırsa bu tanım, günümüz aşkları için de çok uygun. Ne zamanki aşkını itiraf edersin, tüm çıplaklığı ile açarsın kendini (gerçekten çırılçıplaktan daha uygun bir terim yoktur bunun için her ne kadar sığ görünse de) karşındaki kusursuz bir donukluk içinde ve soğukkanlılıkla dinler seni. Yani eğer o zamana dek seni sevip sevmediğini düşünmemiş ya da seni sevmediğini düşünmüşse. Bu hayal kırıklığı ile âşık alır başını gider, kabulleniş başlar. Aslında onca zaman aşk hipnozu yüzünden görmediklerini görmeye başlar sonraları. Kendi kendine kararlar alır ve uygular. Tam da bu noktada narsist kabuğu kırılır âşık olunanın, kalkanı iner, kabuğunu kırıp arzu olan olmak ister, arzu öznesi iken çünkü ona bir varoluş amacı veren, onu düşündürten, boşlukta olmasını engelleyen, savrulsa da nazını çeken, hatalarını görmezden gelen yahut affeden kendi köşesine çekilmiştir, ya da biraz cesaretli ise kaçmış gitmiştir. Böylece âşık olan için arzu nesnesi her daim âşık olduğu kalabilecektir, ama âşık olunan bu sefer dımdızlak kalır. (Evet çırılçıplak değil, bu sefer dımdızlak ve her ne kadar argo olsa da bundan daha başka bir terim yoktur bunu tanımlayabilecek.) Ve bu döngü tekrar buluşana kadar devam eder.
Sonlarına doğru bağlamdan kopunca bırakmışım. Şimdi bakınca hoşuma gitti yazdıklarım. Her zaman bir eserden örnek verip konuya giren yazanlara bitmişimdir. Bunun bir yansıması olsa gerek.
*Semud Kavmi’ne tam olarak ne oldu, süreki çelişen ifadeler var!?.
Bu da 2014 ya da 2015 olmalı, Kuran’ı en sonunda okuyup bitirdiğim zamana dair. Semud kavmine tam olarak ne olduğunu hâlâ bilemiyorum. Suçları bu kadar büyük neydi onu da anlamadım. Sürekli başlarına sayfalar sayfalar sonra değişen şeyler gelmesini de çok yadırgamıştım. Bulursam aklıselim birini, sorup tartışacağım bilahare.
*
Sezenimiz yine bir yerlerden tanıdık gelen şarkıyı paylaşmış. Atıldığından dakikalar sonra büyük bir rastlantı eseri duyduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Eh, ben de anca bu yazıyı yazıyordum. İsabet olmuş. Meğer Işın Karaca biz çocukken söylüyormuş ama… Bu daha daha daha böyle, nasıl derler, karasu gibi.
Güzel saptamalar. Fakat şunu düşündürdü; herşeyin iyi ya da kötü bir sonu olmalı mıdır, neden sürümcemede kalanlar, açık uçlar, bitmeyenler rahatsız eder insanı? Bunu kendime de soruyorum elbet..
Beni açıkçası artık rahatsız etmiyor. Yani sanırım. Açık uçlu öyküler, birdenbire biten filmler, çat diye kesilen sekanslar, anlamsız görünen resimler, fezaya bakan fotoğraflar… Feza da ne güzel isim aslında, konulabilir bir çocuğa. Her neyse.
Kısa kısa'ları çağrıştırdı -ki pek seviyorum- haliyle yorumum geldi. Kısa kısa şeklinde yapayim diyorum yekünde blog işgali sayılır ama yorum candır, kızmazsın.
– O odalarda ışıksızım'a ne zaman denk gelsem, "allam bu adam bu kadar ter ter tepinecek ne yaptı acep diye düşünürüm. Senin cover enteresan, o iki kelimenin yerini o şekil değiştirince anlaşılıyor ki kabahat büyük!
– Greg Khin'i hiç duymadım dı. Böyle bi yerinde beni yakalayacak gibiydi de davuldan hoşlanmadım. Biteviye ve ruhsuz.
– radyo muhabbetini kaçırmışım ben. Nedense kim denediyse sürdüremedi o işi. Bence podcastçilik süper olabilir.
– Barış için aldığın not çok dokunaklı, üzünçlü ama ne güzel.
– some sort of a foreign language deyince önceki yazında da diyordun ya Bilge Karasu'lu yazıda… Anlamadığım beni çeker, meşgul eder, etkiler… Neyse; ben proust'tan çok korkuyorum! Yaşım da geldi geçiyor. Neden bu kadar gerginlik yaratıyorlar ki? Okuyup geçsek olmuyo mu? Korkudan kapağını açamıyorum alla alla… Yarın başlıycam ben yaa.
– Ama bi dakka, Mary'ye tutulan bekliycek bi zahmet. Mary'nin olayı o zaten. Bizim bi sevda vardı okuldayken. Bi gün hoşlandığı çocuğa açılıp beklediği tepkiyi alamayınca depresyona girdi. Onlarda böyle dertleniyoruz; annesi girdi odaya şöyle bir laf etti ; " kızım sev seni seveni yer ile yeksan olsa da, sevme seni sevmeyeni mısıra sultan olsa da"
Bu ne bea demiştim içimden, ne kadar acınası. Sen kızın adını sevda koy, verdiğin öğüte bak!
Yok ben werther'ciyim. Acıycak! Aşk dövme misali…kanayarak sızlayacak, bir dakikası bir saat gibi gelecek, kazısan da yeri belli olacak vs. vs.
Yani mary'leri sevmek öyle her yiğidin harcı değil.
Uff çok uzun oldu böyle yorum mu olur!
O şarkı sözleri çevirilerini de çok seviyorduk; onlardan yok mu artık? 😀
Heyooo drifter, tabii ki her zaman önce sana ve sonra yorumlarına kapımız açıktır yani, ki neden olmasın? Şimdi başlıklara geçiyoruz.
Kısa kısaları sevdiğin için teşekkür ederim. Ben de bu yorumları sevdim.
Kimin kabahati büyük ya, benim mi? Kesin benimdir yani de, nereden çıktı fksjd. Neye istinaden bunları demişim orayı çıkaramıyorum ama. Ama suuuuğğççç bende krkrkkr. Her neyse.
Şarkıları ben de uzun süre sonra tekrar dinledim. Açılış çok güzel ama ya, bayılıyorum.
Radyo muhabbetinde sen yoktun belki de, podcast işi de biraz yayılma işi. Ben biraz sosyalmedyafobik bir insan olduğum için bu işi yayamam sanırım. Radyo da hem konuşmalık, hem edebiyatlık, hem de kitap okumalık olacaktı. Olamadı ne yazık. Belki bir gün du' bakalım.
-Proust için benim de yaşım geçiyor sanırım. Çok anlamıyorum. Çok da uğraşmıyorum aslında. Ben öykülerle daha çok uğraşıyorum. Kendi yazdıklarımla uğraşıyorum. Yayımlanmayan hepsi ile uğraşıyorum. Ve en sonunda tanınmaz hale getirinceye kadar uğraşıp yeni bir şeyler çıkarabilene dek… Yani ne derler, oyalanıyorum.
Mary'ler için diyecek pek sözüm yok. flkdsmgdl Yani Mary çok ruhsuz ya, öyle sevmek herkesin harcı değil filanlık bir durum yok bence =( Mary'yi sevmiyorum, gerçi dizide uşaklar&hizmetçiler hariç kimse çok hoşuma gitmiyor idi. Yeni filmi çıkmış mesela, o kadar sıkılmıştım ki son sezonlarında hayatta izleyemem. Bir şeyi bozmasa olmaz bu millet =(
Ben beni seveni sevebilirim de, rahat edemem. Benim sevmem lazım. Tabii ki en güzel senin sevenin seni sevmesi ama, hani o ayar hiç sağlanamayacak ya, ben yüzde 51 daha çok seven olursam rahat ederim yani, aman neyse.
Böyle yorum olur çok da harika olur, teşekkürler.
Şarkı sözleri çevirilerinden de çevirdiklerim var ya, yakındır çıkması =P
Kayahan'ı kastetmiştim, "viraneyim, divaneyim, zindandayım, kanım aksın, gözüm körolsun vsvs…ilginç bir duygusallığı vardı.
Enteresan adamdı, böyle özlediğim güzel Türkiyem günlerini hatırlatıyor. Sanki yirmi yıl öncesine gitsek 50 yıl ileri gidecekmişiz gibi geliyor.
-İlk sezonundan biraz seyretmiştim, büyük büyük hanımın hayranıyım diye. Mary'ye 'ruhsuz' demezdim, bahtsız zavallım. Travma üstüne travma…
Yiğit derken avukatı diyorum; ilk hayal kırıklığında hemen trip 😀
Gerçi ben bıraktığımda en son araları düzelmişti…
O diziden en ilginç bulduğum karakter gay uşağın yancısı kadın hizmetçi ( ya da başka bir ünvanı varsa bilemedim); süper sosyopat karakter ve çok başarılı oynuyor.
En iyi yazılmış karakterlerden biri oydu bence. Gerçi öteki sezonları seyretmedim belki daha ilginç tipler dahil olmuştur.
– İyimiş, %51'le başkan olunuyo biliyosun 😀
Öyle yani şimdilik hoşçakal 🙂
Daha ilginç karakterler dahil olmadı, sadece her şey daha kötüye gitti ama izledik yani hahahha. Zaten dizinin kötüye gitmesindeki neden hem gay uşak hem de yanındakinin ne derler, yani olmaması idi diyelim kkkkk. Sonra geri döndü falan filan, çok karışık ve basit. Her neyse, adam gayet aklı başında biri, Mary ile ugrasilmayacagini anladı bastı gitti, sonra gene başka işler. Neyse ya, belki de gene bu kadar takıldı isem aşırı sevmişim demektir, bilemiyorum ya da sinirimi yıpratıyor bu durumlar. Yaptığım işi benden daha iyi yapanı görmek ya da hiç hakkını veremediğini görmek ya da izlemek zorunda biraktirilmak gibi biraz.
Ocağın sonu gene kış =/ krkrkrk. Görüşmek uzereeeegggg
Blogunu yeni keşfettim fakat gerçekten bayıldım. Sen hep yaz dostum…
Çok teşekkür ederim =)