*Yaşamımda en büyük sevinci baba olduğum gün duydum. İnanır mısınız, tam
iki yıl oğlumun nüfus kâğıdını cebimde taşıdım. Cebimdeki sanki
dünyanın en zengin cüzdanıydı. Oğlum olmuştu. Oğlum, dünyanın en güzel
güvercini… Dünyanın en güçlü silahı.
(Burası mektuptan değil, önce yazarı tanımakla başlayalım istedim. Yazarımız yukarıdaki sözleri edecek duyarlılıkta birisi. Hasretinden prangalar eskittimin yazarı Ahmed Arif. Kendisi pek yakışıklı sayılmayacak, yazdığı Leylâ Hanımdan biraz büyük, kötüsü, İstanbul hanımefendisi, okumuş Leylâ hanıma kıyasla daha eğitimsiz biri. Ama ileride de ifade edeceği gibi bütün bunları tuzla buz edecek bir ifade gücüne, dürüstlük ve kırılganlığa da sahip. Bazen pek sevdiğimiz Lila’da olduğu gibi şartlar el vermiyor güzel yazmaya, hatta eğitim almaya, geleceğimizi kendimizin belirlemesine hatta ve hatta yaşamaya.)
*Dün yemekte anneme “Beethoven gelse istese kızını verir miydin?” diye sordum. “Kim bu herif?” dedi. “Açlıktan ölen bir müzik peygamberi” dedim. Önce töbe çekti sonra küfretti anam. Kardeşlerime sordum, kızlar yalandan, erkekler canı gönülden “Evet” dediler! Galiba erkekler hayale, romantizme daha düşkün oluyor. Kız kısmı peşinci, realist! Haklı bir şey. Bir dostluk delisi, bir garip şair, böyle ehli namus ve eli ayağı düzgün bir hatuncağızla evlendi mi boku yediğinin resmidir. Bernard Shaw haklı; kadının analık içgüdüsü sonunda bütün değer yargılarına baskın çıkıyor. Analık gene neyse. Şimdikilerde bir de burjuvazinin o iğrenç şatafatına bir ihtiras var ki…
(Bu alıntıyı çok seviyorum. Buraya koymayacağım 2000’li yıllarda Bay Arif’in eğitim ve öğretim alanında ne yazık ki boşa çıkan beklentilerine de girmeyeceğim. Şimdilerde yalnızca şatafat için her şeyin yapıldığını görse bu defa Leylâ Hanım vız gelir tırıs gider, kahrından ölürdü pek sevgili abimiz. Tam bir şeyin tadına varılacağı sırada ortaya çıkan telefonlar beni hiçbir şeyin bozmadığı kadar bozuyor. Diyebilirim ki, konserlerde bile, şundan birkaç sene dahi öncesini özlüyorum.)
*Ben, belki yazamazdım da, melânkolim ve serseriliğim tutar da yazamaz, boş verirdimse, sen yazacak, “Bu oğlan, öldü mü kaldı mı?” diye sen arayacaktın, değil mi?
(Ne yazık ki, bilhassa işin içine başka erkekler yahut kadınlar girince insan kendisinden, zaten cepte olanlardan bir o kadar soğur, hiçbir çağrısına -en azından bir süre- karşılık vermez olur. Günümüze uyarlarsak çevrimiçi olan kişinin size yazmamasıdır. Burada âşığın yok saydığı gurur, narsizminin bir kısmı bağışladığı kişi tarafından kırılır. Aslında önemsenmediğinin farkına varma hâlidir. Lan yoksa… dır bir yerde.)
*Bir şey daha soracağım, final benim karakterimde acı ve melânkolik bir bohemde bitiyor. Bitiyor ama korkuyorum sen beğenmezsin diye. Nasıl bitireyim, umutlu mu, sevdalı mı, yoksa ağlamaklı mı? Bana yol göster ve mutlaka yaz.
(Burada eli kalem tutan herkesin -en kimseyi umursamayanından en herkes için yazanına dek- hiç değilse bile bir kişiye beğendirme çabası içinde yazdığını görebiliriz. Bu sadece yazar olmakla da alakalı değil, sözgelimi laf vermemek için boşanmayan bir kadın, babasından takdir görmek için daha çok para kazanmak uğruna ömrünü çarçur eden erkek için de geçerlidir. Önemli olan o kişinin beğenisini kazanmak, kendini ezdirmemek, modern deyiş ile dön de kaybettiğine bir bak istedim diyebilmektir belki. Girişte de yazdığım gibi, kişi yazar da olsa bu türden çiğ duygular da hepten yok değildir, hatta belki de en çiğ şekillere düşenler sürekli daha estetik üretme kaygısı taşıdıkları için onlardır.)
*Sakın ha! Sakın, e mi? Sonra beni öldürürsün, unutma… “Yazma, vazgeç her şeyden, seversen diye düşünüyorum” diyorsun. Yavrum, nazlım, bunu nasıl yazdın bana? Düşünüyorsun ha. Acaba seni benden başka seven oldu mu? Sevmek kelimesini soy, çırılçıplak karşına al da öyle düşün. “Yazma! Sevme!” ne demek? Beni, zorla âdi, boş, mânâsız, kendi kendine ihanet eden bir serseri haline getirmeği nasıl düşünebildin?
(Mektuplar bir süre sonra evlenen ve buna rağmen “arkadaşça” yazdığı söylenen ve edebiyatımızda Nobel’e aday olan tek kadın yazar olduğu için belli bir kesmin dosdoğruca laflarını söyleyemediği, kendilerini otosansürüne uğrattığı Leylâ Erbil hakkında da bir-iki kelam etmek isterim. Bu mektup en başlarda, yani yazışmanın en ama en başlarında geçiyor. Bu adamı “zone”lamayı düşündüyse Erbil, aklından şüphe ederim ki haddim bile değil. Ne yazık ki, hiç ilgi göstermediğini yahut Arif’i hiç sevmediğini, yalnızca “arkadaşça” yaklaştığını ben düşünmüyorum. Diyecek olanlar olabilir elbette Arif’in yaratabilmesi için neredeyse tapınacağı bir kişiye ihtiyaç vardı, o da Leylâ Erbil’i bu nesne, arzu nesnesi haline getirdi. Eh, olabilir, diyebilirim ben de. Bu da aşağıda diyeceği gibi az şey değil. Ama… Yine bizim amamız devreye giriyor, hiçbir şekilde tamamen dostane bir elektirik almadığımı, bunu çok geç aksettiğini de söylemek isterim Erbil’in.)
*Sözde cıgarayı bırakmağa niyetliydim. Bugünkü, inan bana unuttum kaçıncı paket. Evde bir ölüm sükûtu var. Sual sormağa korkuyorlar. Ah bir sorsalar da seni anlatsam…
(Yine âşığın en saf hâline dönüyoruz. Hasretten eskitilen prangaların emeklemeleri bu satırlarda yatıyor. Önemli olan Arif için Erbil’i anlatabilmek, ondan bahis açabilmek, her konuyu bir şekilde aşkına getirmek. Bahsedilen öteki şeyler; yaşamı, hatta kendisi bile bir yana, Leylâ’sı öte yana. Yine de duyarlılık, o şairane duyarlılık burada da devrede: “Artık yeter be, Leylâ da Leylâ”lardan korktuğundan, enerjiyi (konuşmayı) en azından en unutulamayan büyük aşklara çekmek, kendi sırası geldiğinde de eteğindeki taşları patır patır dökmek isteğidir duyduğu.)
*Yaz, sever misin, kızar mısın, küfür mü edersin, neylersen eyle ama bana yaz. Beni yıkacağından falan korkma. Ve beni korkutma. Bana yazmayacaksın da kimlere yazacaksın. Düşün, İstanbul’a gelme umudum olmasa, çoktan kendime kıyardım. Bilirsin, ölüm benim için çok önemsiz bir şey değilse de bu hususta sabıkalıyım da! Ölürüm ha! Ne güzel yaşıyorduk be! Nasıl da yaşatırsın. Kaç bin kere söyleyeyim, öyle yaşatan, öyle sevdirensin ki..
(Pazarlık ve depresyon evresi. Çünkü Ahmed Arif öfkelenemez, belki yine başka satırlarında yazdığı gibi öfkesini başkalarından çıkarır ama asla Leylâ’dan değil. Birinin dolaylı şekilde ölümüne sebebiyet verme ihtimalinden korktuğu için yazışmaları devam ettirdiği fikrinde mutabık olabiliriz Erbil için. Sabıkalı olduğundan bahsi alelade oraya sıkıştırılmamış. Sonra da Leylâ ile nasıl da güzel yaşanabileceğini, bunun kendisini nasıl da hayata bağlayabileceğini ve hatta mektuplarla bile bağladığını söylemesi de pazarlığı bir üst noktaya çeken detaylardan.)
*Ablacığım! Oturup ağlayayım mı yani? Senden ayrı, ağlanamaz da! Hemi vallah, hemi billah bu böyle. Sensiz, “To be or not to be” bile olamaz, düşünülemez! Nefes alınır sanılır ama nefes değildir. Sensiz içilemez, yalnız kalınamaz, dövüşülemez. Sensiz ancak bu kafa, taşa çarpılır. Müstahaktır…
(Çok da söze gerek yok, benim en sevdiğim hitaplardan biri de artık ablacığıma geçiş. Leylim, Leylım, Sevgili Leylâ da değil, ablacığım ya, canımdansın sen deme bir yerde, aileden, canımdan, kanımdansın, her şeyi güzelleştiren sensin, kötü bile senden gelsin, yeter ki yarım bırakma her şeyde olduğu gibi.)
*Bu akşam birçok defa başlayıp sonunu getiremediğim bir hikâyeyi tamamlamaya çalıştım. Fakat nafile, insan aklını bir şeye verdi mi kurtulamıyor ondan. Daima düşünmekle ve daima da aynı şeyi düşünmekle insan aşkın bir fikri-işgâl olduğunu kabul ediyor. Sonra ben Leylâ mütemadiyen şiddetli bir arzu ile bir tatmin edilmemezlik içinde bir şeyler istiyorum. Bunun gibi, yani bu tatminsizlik gibi bir de ifade edemeyiş var ki bu insanı bitiriyor, harap ediyor. Çok defa yazdıklarımı yırtıyorum, çok defa bu, bedbinlikten ve ümitsizlikten oluyor. Fakat yine de işte yaşıyoruz ve acı içinde bile olsa bu bize bir haz veriyor ve yaşamayı istiyoruz. Ne kadar ölümü fevkâlâde bir facia gibi veya ne bileyim bir felâket gibi kabul etmesek de ölmek veya sevdiklerimizden ayrı olmak istemiyoruz. Çok zaman olmuştur Leylâ, şu memleketten gitmeyi düşünmüşümdür. Amma daima bunu yapamamışımdır. İlk seferler daima bir imkânsızlık vardı, bunlar mani idi… Son zamanlar imkânlar olmuştur amma kendim bu maceraya atılamamışımdır. Belki eminim ki ayrılık veya uzak oluş mühim değil de asıl onu düşünmek ve bir daha hiç dönülmeyeceğini ve geride kalanları insanın bir daha göremeyeceğini düşünmesi çok feci bir şey.
(Bu kısım belki de kitapta bana en çok dokunanı idi. Biraz da beni anlatıyor. Buralardan ne zaman uzaklaşsam hep birilerini kaybettim, ne zaman başka şehirlerde olsam birileri öldü, birileri ile bozuştuk. Ahmed abimiz bir yerde bunun da farkında çünkü o bir şair, farkındalıkları ile yaşayan, aslında olan bitenin biraz dışına çıkınca, biraz nesnel olunca her şeyi görebilen biri. Tam da bu yüzden Leylâ Hanımın hiçbir şey yapmamasına rağmen Ahmed Arif’in kendi kendine gelin-güvey olduğu düşüncesine katılamıyorum.)
*Bazen o ânı yaşıyorum Leylâm o zaman tüylerim diken diken oluyor. Bazen şöyle düşünüyorum da buna cesaret edemiyorum. Bir o dönmemek ve dostları Leylâm ve asıl seni bir daha görmemek… Ve asıl seni görmemeyi düşünmek insanı deli ediyor. Seni belki bir ay görmesem ne bileyim seni 3 ay, bir sene görmesem bu insana koymaz da bu bir yasak olursa ve hiç dönmemek karışınca işe, çok acı oluyor Leylâ. Amma diyeceksin ki, “Biz birbirimize o kadar alışmamıştık ki.”
(Mektubunun devamı, bir başka done daha. Leylâ Hanımın diyebileceği şeyi yazar Arif. Aralarında bir şeyler geçmiştir ama bu onun için çok da mühimsenecek bir şey değildir. Şarkıda der ya, O senin bir anının/Benim ömrüm olduğunu/Ne çok sevildiğini/Artık çok geç olduğunu, diye. Tam da öyledir buradaki mesele. Bir de özgürlük meselesi. Bir şey almışsınızdır, önemli olan o şeyi alabilmektir. Orada olduğunu bilmek, isteyince kullanabilmektir. Ama onu alma özgürlüğünün elinden alınması insanı tedirgin edendir. Dünyaları versen de o kalemkutuya sahip olamayacağındır mesele. Odanda çalışırken mutfakta birilerinin bir iş yaptığını bilmenin iç huzurudur, dış huzur mu var sanki Martin? İçte huzur dışta huzur Tambourine hazretleri.)
*Ne olursa olsun Leylâ bunlar mühim değil artık benim için. Benim için yalnız sen mühimsin. Bana kim ne derse desin hatta bir kıza bu kadar ehemmiyet ve kıymet verdim diye bana kızanlar bile olsa, aldırmayacağım ama sen ister dostum ol ister sevgilim, yeter ki hayatımda ol.
(Yine bir pazarlık anı, ve çok da acıdır aslında bu. Çünkü birinin varlığına ihtiyaç duymak aslında senin yokluğunda dahi olabilmesi, soyut bile olsa, satırlarda bile olsa birinin varlığına ihtiyacın olması aslında ihtiyaç duyan kadar -bilhassa hiç sevmiyor, tiksinti duyuyor, içten içe nefret ediyorsa- ihtiyaç duyulan için de o kadar ağırdır. Burada da Sezen Hanım’a atıf yapmak gerekirse “yokluğun da varlığın da yetmiyor” değil, yokluğumda dâhi olsa varlığın yanımda olsundur Arif’inki. En azından şu an için.)
*Bütün hal böyleyken senden katiyen Leylâm hayat hakkında tavsiye veya ne bileyim nasihat gibi bir şey de istemiyorum. Bana karşı alâkan yalnız dostça bile olsa, bu, bir merhametten doğmasın… En nihayet iki arkadaş olalım amma bana acımana razı olamam. Senden zaten hâl böyleyken…
(Tekrardan gururlu âşığa dönüş. Biraz da kendisine yazılmaların intihar riskinden yahut “aman canım”lardan gelmemesi, en azından acısını kendi kendine çekmesi için bir ihtar, artık yazmazsan tamam ama yazıyorsan da hâlime üzüldüğün için yazıyor olmanı istemem, verdiğim narsizmin bir kısmını geri alayım canım, demek biraz da.)
*Dün gece seni aradım, telefonla. Üç beş gün önce de aramıştım. Hemen bir ses, sanırım anneninki “Ankara’ya gittiler efendim” dedi. Af dileyip kapattım. Ama dün öyle olmadı. Epey ağırca bir zılgıta uğradım. “Burası Leylâ’nın evi değil. Babasının evidir.” filân şeklinde hayli kızgınca terslendim. Kadıncağız bir bakıma haklı. Ama bu işte de benim, çaresizliğimden gayri hiçbir kabahatim yok. Seni aradımsa, herhâl buna ihtiyaç duydum.
(Yine bana en dokunan yerlerden birine geldik, başlığa da bu son cümleyi taşıdım. Çünkü kimi insan için arama ihtimali bile yoktur mektupların üzerinden 70 sene geçmesine rağmen. İhtiyaç içte patlar, başka insanlar rahatsız edilir.)
*Şunu da bir iyi belle: Benim için çok mühim olan, sana âşık olmak veya âşık olmadığımı bağırıp yırtınmak değildir. Aslolan, seni kırmamak, üzmemek, kaybetmemektir. Anladın mı canım? Daha kâfi görmediğin izahlar, açıklamasını istediğin hususlar varsa yaz. Mektubunu hemen bekliyorum. Gözlerinden öperim. (Gözlerini öpemeyeceğim birine yazmak, mektup atmaktan tiksinirim. Bunu da böylece kabul edeceksin.)
(Zannediyorum yukarıdaki satırlar gelmiş geçmiş en sağlıklı aşk tanımıdır. Bu kadar sözümona sağlıksız gibi gösterilen aşkın, aşığın yaptığı tanım en aklı başında olandır. Bu lafın üzerine ancak ayağa kalkılır, alkışlanır yahut kitap alınır ve göğse bir süre bastırılır, nefes ve kalp atışı normale dönünce devam edilir.)
*Sağ salim onu da savuşturabilirsem ancak o zaman seninle karşı karşıya gelebilmek hayâlini kurabileceğim. Bu, ne egosantrik ne de romanesk bir şey. Gerçek ve şimdi âdeta mukaddes olan zihnî kaygım şu: SANA ANLATABİLMEK.
(Mâlum şiir biraz daha zihninde beliriyor Arif’in. Olan biteni evet anlatabilirim yakınımdakilere, beni sevenlere, dostlarıma ama sana anlatabilmek daha başkadır, çok daha olağandır. İstek budur. Yeni güzel bir şey izlendi, okundu, yeni bir yer keşfedildi. Bazen bana da olur, bazı konular bilhassa bazı kişilerle konuşulmalıdır. Ama o kişi çoktan dış dünyaya adapte olmuştur.)
*“Nasılsın” diyemedim. Şarkıdaki gibi “tutmadı yüzüm” değil. Bilmem ki artık hâl hatır suâl etmeme müsaade edecekler mi hanımefendi?
(Şimdi bir şarkı arası. Zannediyorum şarkı 16. yüzyılda yaşamış Kul Ahmet’in yazdığı, Müzeyyen Senar ve Zeki Müren’in de söylediği, bestesi Lemi Atlı’ya ait Siyah Ebrulerin Duruben Çatma’dır. Değilse bile uyuyor akışa, buraya kadar okuyanları şöyle alalım:
)
*Kimselere karşı böyle değilim, bilirsin ne hergele asî olduğumu. Hoşuma gidiyor bu. Daha doğrusu hoşa gitmekten başka, baskın, ayrılınmaz bir tutku. Seni anlatabilmek… Kime ama? Bu bok düzenin, bu dört boyut zindanın, kâinat, sonsuzluk fâlan dedikleri bu ölümlü şakalar kaos’unun nesine, neresine anlatmak?
(İyi çocuklara hadi olmadı, kahpe yalana?)
*En güzeli, en kestirmesi seni olduğun gibi yaşamak oysa. Böyle benzersiz ve paha biçilmez bir dostluğa beni lâyık gördüğü için Tanrı’ya teşekkür etmek. Athe oluşumun önemi yok bunda. Bir Tanrı yaratırız olur biter.
(Kabullenmeye yavaştan geçiş, ve çok tatlı laflar etmek hemen de. Nedir yani? Bir tanrı yaratırız olur biter. İsteğimiz bu olsun, çok da abartmaya gerek yok.)
*Canını sıkıyorsam haber et. Paldır küldür bir herifim. Çoğu zaman kaş yaparken göz çıkarırım. Affet, yazım dağılıyor…
(Burası da yine en sevdiğim satırlardan. Yazım dağılıyor, kalem artık tutmuyor, arada sırada kalemi kağıdı elime aldığımda bana da aynısı oluyor. Her tombul sayfaya geçişte özene bözene yahut bezene yazarken bir anda, bir sonraki sayfada kargacık burgacık yazmaya başlıyorum. Yine de not defterleri almadan edemiyorum.)
*Bir eyyam da sana Lalikom diye seslenicem.
(Yine bayıldığım bir takma isim daha. Sevgi biraz da garip takma isimler serpiştirmektir sevdiğine. Şıpsevdinin yaratıcıları beni duysun. Aşkıperipellam, koşkotoşkom, poşkokoşkilottomlar da kabulümüzdür.)
*Bineceğin trenlerin soluğu tükenmesin. Ayağını attığın yerler deprem görmesin. Denizler uslu, vapurlar yollu olsun. Ferman et rüzgâr beni de alıp oralara atsın. Mutlu ol. Allah beni kahretsin.
(Yine sesli güldüğüm bir son. Çünkü âşık bir süre sonra yaptığı benzetmelerden bıkmış, bu kadar sevmenin kendine zarar verdiğinin ve belki de yazdığı kişinin pek de umurunda olmadığının farkında. İstenmediğini bildiği hâlde yine kendini ona atma, kollarına atma derdinde. Yine de şu dileklerin güzelliğine ne olursun a dostlar, bir bakar mısınız rica etsem?)
*Kim bilir yalnızlıktan ne haldesin. Yahut yalnızlığı özledin.
(Sürekli birlikte yalnız da olabilmenin lafını eder büyük yazarlar, konuşmaya ihtiyaç duymayacak kadar birlik olabilmekten, düşüncelerle anlaşmadan bahsederler. Yaratacak insan için yalnızlık da hava gibi, su gibi ihtiyaçtır. Bunu anlamayacak birileri ile beraberlerse öteki eş ruh bunu hisseder, asıl istediği yoksa yalnızdır ama başkaları vardır ve salt yalnızlık her daim özlenen, bir türlü gelmeyendir.)
*Sık sık mektubunu okuyorum, hoşuma gidiyor. Dinç ve umutlu oluyorum. Ne bileyim, tiryakilik diyeceğim ama öyle de değil. Hiçbir şekilde başkaca, giderilemeyecek bir susamam var, işte onu gideriyor, sarıyor beni.
(Ömründe bir kere dahi olsa güzel bir mektup almış olan hemen herkes aynı hisleri tatmıştır. Yazan kişinin sesinden okunur satırlar imgelemde, sıklıkla bakılan eskimiş bir fotoğraf gibidir ama daha çok şey söyler, yaşlanmayan, hep genç kalacak duygulanımlar vaat eder. Canı çıksa da izlenen videolar gibidir biraz da varsa eğer.)
*Demek hep uyuyorsun? Ankara öyledir, hele sizin semt. Gerçi Sıhhiye ve Ulus’tan daha yüksektedir ama gene de ağırdır uykusu. Ben İncesu’yun ve Dikmen’in uykusunu severdim.
(BA-YI-LI-YO-RUM. Şehrin başka yerlerindeki uykunun çıkarımlarının yapıldığı konuşmalar, bir insan bazen daha fazla ne isteyebilir ki diyesim gelmişti okurken, şimdi de demiş bulundum.)
*Erken yazdığım bir şiir bu. Sende var di mi? İnsan bâzı erken de yazıyor demek. Son ve daha önce gönderdiklerim hakkında hiç konuşmadın. Ben eleştirmeci falan s..lemem. Ama biliyorsun senin konuşmana önem veririm.
(En sevdiğim Arif tarzı dümdüz küfür eden Arif tarzıdır. Aşağıda, artık biraz daha arkadaş olmayı yedirdikçe edeceği küfürlerden birkaçı daha aramızda olacak. Elbette asıl önemlisi beğendirme. Ben de hep editörler yahut genel yayın yönetmenlerinden onay istesem de asıl sapasağlam açık bir algıyla öykülerimi okuyanların yorumlarını daha çok mühimserim. Bilhassa sevdiğim biri severse daha çok hoşuma gider, ancak yalnızca sevdiğim olması da gerekmez, bu işlerden anladığına inandığım her kim varsa bu kabulümdür. Önemli olan biraz da onların ama iyi ama kötü konuşmalarıdır. Bir süre sonra öykü yahut şiir yahut artık her ne yazıyorsanız, yazana yabancılaşır ve o sırada, tam da o sırada kendini çok hırpalama, olmuş, gayet güzel olmuş, harika olmuş duymaya ihtiyaç duyar yaratıcı. Tam da bu yüzden güzel yapar bu satırları Bay Arif.)
“Saçlarıma tek tek aklar dadandı! Hoşuma gidiyor. Ustalaşıyor, daha bir acı, daha bir erkek oluyorum gitgide.”
(Burayı kendime ekledim, üzülmeyeyim diye. Erkek oluyorsun Martin, hem daha çok beyazlamamış bence, yanlar karizma katar, daha erkek yapar seni =P)
*Candan aziz, iki gözüm, Leylâcım, UY HAVAR çıktı. Kaynak’ta. İki mısrâsı yanlış. S..mişler anasını şiirin. Sende var ya, önemli değil ötesi. Şubat sayısında yayınlandı. Dergilerde dedikodusu olursa haber et bana.
(Tek bir satır için bile olay yapılabilecekken, iki satır yapmak he! Neyse ki sevdiğinde var aslı, mühim değil. Dedikodu olursa da gerçek yüzlerini görürüz hem, ne güzeldir edebiyat dedikoduları ve çekiştirmek senden iyi olmayanların cakalarını.)
*Severek, bir yanları, bir bilinmez yerleri yıkılarak küfretmek nedir bilir misin? Korkunç acılıktadır. Gene de vazgeçilmez bir havası vardır. Sana çatamamak neden? Belki de buna da sebep Güner. Ya da benim karmakarışık bahtım. Tutunacak dalı kalmayanların zorunlu ihtimamı… Üstüne titriyorum senin. Kırsam, boku yediğim, anlamsız kaldığım, otlaştığım gün!.. Ama bu da tam değil. Daha isimsiz, renkleri, güçlerinin yeterliliği belirsiz tutkular da var. Şair olmak, çokça da bu işte…
(Son satırlara yine vurulduğum için.)
*Yahut ben çok kendini bir şey sanan, megalomanın biriyim…
(Yazının başında da dediğimiz gibi biraz da kendinin farkına varmanın biçimidir mektup, nasıl biri olduğunu, ne düşündüğünü yazdıklarını okuyana kadar bilememedir ve çıkan sonuca tüm benliğinle şaşırmadır.)
*Bu kara günlerin de bir sonu var. Ne sonu, dibini bulduk be!
(Korona günlerine!)
*Elinin tersiyle kesip atar mısın ya da merhametli bir erdem, bir yumuşak içgüdüyle sadece susar mısın, bilmek isterim. Bilinmez, Freud Baba bile bilemedi, her kadında bir Kleopatra damarı vardır. Her erkekte de bir Sezar ahmaklığı… Galiba özdeyişçiliğim tuttu gene. Çoğu zaman saçmalarım oysa. Saçmalamak bir zorunluk. Sevmem o kusursuz, o evliya görünüşlü kişileri.
(Saçmalama işini şimdilerde boş yapmak diye çeviriyoruz, ben bile bilmiş bilmiş yazmaya başladığım bu yazının sonlarına doğru hem biraz kolaya kaçıyor, hem çözümlemeleri biraz okuyucuya bırakıyor, kendi kendimle şakalaşıyorum. Çünkü evliya görünüşlü kişileri sevemeyiz.)
*Şair ettin beni. Buna alınmak olmaz elbet. Ama nerdeyse filozof ya psikanalist yapıcan beni.
(Zaten filozof ve psikanalist olmayan birinin şair olması pek zordur Ahmed bey.)
*Bence erkek ya da kadın iki insan kimi zaman zorunluluktan kiminde de anlık zapt edilmez bir istekten ötürü sevişirler. Yatarlar. Aktifi, pasifi yok bunun. Zevki var. Ve ötede haklı haksız bir alay yasaklar, lanetler… Güzel ya da arzuladığı bir oğlanla, bir kızla yatan şairler, güzel bir şiir de verebilir. Ama bir ya da on şiir. Hepsi bu! Bunu bir ekol, bir çığır saymak ahmaklık bence. Ne yapacağını bilemeyiş, şaşkınlık… İngiltere gibi ya da karı mı, oğlan mı -hele İngiltere’de- yok yahu, yatıver gitsin işte…
(Çağından öte düşüncelere yalnızca Leylâ Hanım sahip değil. Önce tanrı yaratırız -yoksa sonra mıydı, neyse- demesi ve daha sonra eşcinsellik hakkındaki bu açık yürekli deyişi, ve benim daha çok hoşuma giden bunun neden bir “ekol” olduğuna anlam veremesi Ahmed Bey’i başımın tacı yapmıştır. Bugünlerde bilhassa öğrencilerimle de konuştuğumda neredeyse ben düz kadın/erkeğim sadece kadını/erkeği severim demek avam kaçmakta; yine bir süre bulunduğum Fransa’da da aynı şeyi tecrübe ettim. İnsanların ne kadar açık fikirli olduğunu cinsel temayüllerine göre mi belirlenmeli, ya da cinsel yönelimleri sadece tek bir cinse ise o insan çok mu dar görüşlüdür? Bunu bu kadar olay yapmak neden? Ne yaparsan yap, hele bazıları var ki bunu neredeyse insan tavlamak için kullanıyormuş, onlar için de kendileri gibilere bol bol maruz kalmalarını temenni ediyorum ileride. Sevişin gitsin, nedir yani bu kadar tatava. Öeh.)
*İstanbul’a gidince de Yaşar Kemal’i bul. De ki “Ahmet a…. s..ecek senin.” Çekinme söyle. Böyle küfürlerime alışıktır o. Memnun olur, kahve içirir sana. Evcek gidin onlara, züppeleşeceğini sanmam onun. Biraz megalomanisi vardır ya hemen hemen her sanatçıda oluyor bu… Ha, kız kardeşim Nuran gelip görecekti seni. Basit, fukara bir kızdır. Seversin. Bir kusuru var sade: Çok erdemli, çok sessiz.
(Yaşar Kemal abimizi de tanımamızı sağlama, tam kendisine yaraşır küfürlerin sıralanması, erdemli ve sessiz kişiliğin kusur sayılmasını başlatan dönem açısından önemli satırlar.)
*Nasıl dayanma kudreti verirsin bana bilemezsin. “Seni anlatabilmek seni – iyi çocuklara, kahramanlara. – Seni anlatabilmek seni – namussuza, yaşamayana, kahpe yalana.”
*Hani geçen gün çektirip attığın çürük diş parçası var ya, işte ona, kurban etmeyeceğim tek kadın -ister Grace Kelly olsun ister Margarett!- yoktur… Sabah gözlerimi sana açarım. Akşam, uykularımı senden alırım. Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikûlade baş dönmesini bulurum. Böyleyken gene de şükretmem halime, hergelelik, açgözlülük eder, seni üzerim. Aklıma gelmez ki seni usandırır, sana gına getirtirim. Sana dert, sana ağırlık, sana sıkıntı olurum. Nemsin be? Sevgili, dost, yâr, arkadaş… Hepsi. En çok da en ilk de Leylâsın bana. Bir umudum, dünya gözüm, dikili ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek seni. Ben cehennem çarklarından kurtuldum, üşüyorum kapama gözlerini…
*Sana güvenmediğim hiçbir konu yok! O hayın zekâna anlatamayacağım bir hayranlık duyuyorum. Ben megaloman sanılacak kadar kendimi bir şeyler sanırdım oysa. Biraz da şımartılmadım değil! Oysa senin çırılçıplak meseleleri ortaya koyuşunla benim terletici uğraşım nispetlenemez bile.
*Affet canım, övünüyorum sanma. Sana karşı büyük terbiyesizlik olur bu. Ama oldum olası nankörlüğe tiksinti duyarım. Bak öteki ineklere cevap bile vermedim.
*Biraz erincimiz, biraz günlük gecelik can avuntumuz oldu mu, unutuveririz dostu, canı. Uzaktakini.
*Seni değil kahvesiz, hiçbir nensiz komak istemem. Deliririm be! Ama alıştık tımarhaneye de. Bi de senin yoluna yatayım istersen?
*Bankada falan çalıştığım yok. Bok yemiş sana söyleyen! Ayrıca senden -hele senden!- ne diye saklıycakmışım bunu? Utanman gerek bana bunu sormaktan. Sonra da adımı “alıngan”a çıkarırsınız! Sevdâmı, yaşama haysiyetimi savunmanın adı alınganlık oluyor. Doğru, alınganım.
*Sade şunu aklında tut: Sanatçılar özel bir tasnifle ikiye ayrılır: 1. Yazdıkları dergi vs’den şereflenenler. 2. Yazdıkları dergilere şeref verenler.
*Bana öyle geliyor ki sen beni “görmek” istemiyorsun. İşte oraya gelmeme engel ya da sebep olan asıl bu. Gelicem, kahveni, cıgaram içicem, sonra da iyi akşamlar, iyi geceler, sayın bayan, sayın bay deyip boynumu kırıp gidicem; otele ya da bir gecekondu yatağına. Allah kahretsin, bunu düşündükçe geberesiye tiksiniyorum dünyadan. Ama gerçek bu.
*Yaz, yaz, yaz! dersin. Kime? Dağlara taşlara seslensem dile gelir, cevaplardı beni. Sana yazabilmek bence şereflerin ve şansların en ulusu. Ama senin cevap vermemen, sıktığıma, sömürdüğüme, haksızlık, anlayışsızlık ettiğim sanısına götürdü beni. Düşün kırk yılda bir -ne kırk yılı, ömürde, evren misafirliğinde- elle tutabildiğim kadar gerçek bir duyuya, bir seviye varayım. Sonra da bana bunu bağışlayanı kalkıp üzeyim, sıkıntıdan patlayacak hale getireyim!
*Nem varsa şahsî kabiliyet ve yürek başkalığına borçluyum. Şimdi sana büyük bir laf edeyim: İster dost, ister arkadaş, ister sıradan bir tanış ve ister bir sevgili say. Ara da bul bakayım benim gibisini. Ah benim karayazım. Ah benim vurgunluğum.
*Ha, C…. S….’la özel bir anlaşmazlığın yoksa takışmağa değmez. Biçarenin, hastanın biri o. S..tir et gitsin. Hoş işi bu benim ölçümle ele alınca takışacağın hiçbir “değer” yok edebiyatımızda. Ama bazı mecbur ediyorlar insanı. Meydanı boş bulmuşlar, bilgiç bilgiç savurup duruyorlar.
*Sana güzel bir çanta getirmiştim. İki aydır göndermeği yediremiyordum kendime. Sebebi de senin bunu, yazışmayı sağlamak için bahane sayacağın sanısı. O hale koydun beni. Hergele!
(Yedirememesi aslında çok güzel. Çünkü kendisinin farkına varıyor Arif. Yeter vre diyor, yine de eski bir dostla konuşmanın hâli var kendinde. Tatlı tatlı giydiriyor.)
*“S..tir çekme”nin bu şendeki çeşidini bin yıl yaşasam öğrenemezdim.
Hasretinden Prangalar Eksittim
Seni anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.
Art arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
Dışarda gürül gürül akan bir dünya…
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana…
Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara.
Akan yıldıza.
Bir kibrit çöpüne varana.
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni…
Yokluğun, cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini…
Ne güzel yazmışsın, hele o haklı yorumlamaların. Çok sade ve çok keyfiliydi…
Teşekkürler =) Yazıya sokuşturmadım, sen bilirsin belki, 97'de Britanyalı psikanlist Darian Leader, Kadınlar Neden Yazdıkları Her Mektubu Göndermezler? adında bir kitap yazar, yeniden basıldı Türkçesi bu aralar. 2021'de yazsa bu cinsiyetçilik, ve sjw tayfası linçler, yayımlatmazdı bile belki hahahha. Neyse işte böyle görürsen sağda solda, daha çok açıklamalar var mektuplara dair, görüşürüz.