Kasedi biraz geri sararsak, ben.. Ben her şeyi biraz olması gerekenden geç yaptım, her şeye biraz geç başladım. Örneğin daha erken lisanslı basketbolcu olabilseydim (ki o da çok tesadüfi gelişti, şurada anlatmıştım) daha başka yerlerde olabilirdim. Ders çalışmaya biraz daha erken başlasam başka bir kariyerim olabilirdi. Bir kadınla çıkmaya daha erken başlasam onları daha iyi anlayabilirdim. Yaşamaya erken başlasam belki yaşayabilirdim bile bu dünyada sorunsuzca. Ama hepsi ya geç oldu ya hiç olmadı.
Filmleri ciddi bir şekilde izlemeye başlamam için zannediyorum liseyi bitirmem gerekmişti. Fakirlikten filan değil, tamamen ona vakit ayırmamaktan vuku buldu bu durum. Yaşıtlarımın en sevdiği birkaç film varken benim yoktu. Sessiz sinema bile oynarken film gelmezdi çok aklıma. Sonra bir film izledim ve hayatım değişti. Film, beni de, yazma stilimi de çok değiştiren Swimming Pool idi. Notundan da anlaşılacağı üzere çok mükemmel değil çoğunluğa göre, ama daha yeni tekrar izlediğim için gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki benim için fevkalade. Öyle ki, Ozon’u fark etmeden yazdığım öykülerde nasıl kullandığımı ve bunun sebebinin de bu film ve izlediğim zaman olduğunu anladım.
En eski ve şükür ki hâlâ görüştüğüm kankamın ada evindeyiz. Beni uyku tutmamış, o zamanlar çok içki filan da içmiyoruz… Zannediyorum epey debelendikten sonra, nasılsa, aşağı kata, o eskiden komşu olduğumuz evden tanıdık eşyalarla bezeli kata iniyorum. (O günlerde çok utangaç olduğumu söylemeye hacet duymuyorum.)
Yazın ve gece 12’den sonra televizyonda sadece salak korku filmleri verilen bir dönem olduğunu hatırlatmama lütfen izin verin. ATV filan bozmamış. TV’DE İLK KEZ, diye bağırıyor televizyon, hemen kumandaya atılıp sesini kısıyorum. Ama yine o zamanlar TV’de ilk kez muhabbetinin boktan filmler için de söylendiğini hatırlatmak isterim. (Yalan değil, ilk mi, ilk nihayetinde.) İsmi de bir o kadar noooolur izleme beni diyor: Havuz. Havuz ne abi ya filan oluyorum ama, herhâlde başka bir şey olmadığından ya da başka kanala geçmek için inanılmaz sıcak bir gece olduğu için beklemeye başlıyorum filmi. Havuzmuş krkkrkrkkr diye gülüyorum. (Her zaman en çok kendime güldüğümü belirtmeye hacet duymuyorum.) Ne salak bir şey acaba, diye geçiriyorum içimden. Film başlıyor.
Konu ilgi çekici gibi olsa da film biraz yavaş ilerliyor. Neyse izliyoruz işte amaaaağğğn derken hayatımda TV’de görüp görebileceğim en güzel kadınla (Jane Birkin, Cameron Diaz ve Hande Ataizi affetsin) karşılaşıyorum: Ludivine Sagnier. (Onun yerine başka biri oynuyor olsaydı bu kadar etkilenmem ve filme devam etmem mümkün olmayabilirdi diyerek kendime haksızlık etmek de istemem çünkü kendisi ilk yarım saat görülmüyor ekranlarda.) Sonrası yerini memelerin gösterildiği bir Türkiye’ye, sansürsüz filmlere ve güzel seslendirmelere, ve o güzel yerler de çok güzel bir hikâyeye bırakıyor kendini. Bittikten sonra dumur oluyorum elbette. Yani o-o muymuş, bu-bu muymuş, ay hiçbir şey anlamadım galiba, yani nasıl oluyor ya, heeeeeğğğ, diye geçen o kısa zamana. Ve aynı bu muğlaklıkta, yalnızca buna kafa yoranların anlayabileceği öyküler yazma fikri gelişiyor bilinçdışımda. Filme bağlanıyorum, benim de artık en sevdiğim (kısa süre için de olsa) ama kimselere söylememeye yemin ettiğim filmim oluyor. Sonra film izlemeyi şiar edinmiş her ciddi insanın yapabileceği gibi IMDB en iyi 250 film listesini izlemeye başlıyorum. Öhöm öhöm.
1-2 izlerken hemen Baba filmi geliyor zaten. Film de çok güzel. Ama film sonrası Al Pacino için ölüp bitmiyorum.
Bu, “film yolculuğu”muzun beraber başladığı, şu aralar artık görüşmediğim, ama istersek görüşeceğimizi bildiğim ve görüşmezsek de buna artık benim bile okey olduğum en eski ikinci arkadaşım Al’ı bana benzetiyor, kendisi ise Jack Nicholson. Demek ben oyum öyle mi filan oluyorum kendi kendime. Onaylıyor. Tamam, diyorum, sen de zaten Jack’sin. Evet, diyor. Şimdilerde düşününce birini sevebilmem için gereken tek ve belki de yegâne şeyin onunla özdeşleşmek ve özdeşleştirilmek olduğunu düşünüyorum.
Pacino’yu internette araştırmaya başlıyorum. Ve yazının girişine koyduğum afişi görüyorum. Beynimden vurulmuşa dönüyorum. Çok güzel, harika, müthiş! (Şu aralar kullandıkları bu afiş değilmiş neyse ki. Düşünsenize o afiş olsaydı hiç Al Pacino’cu olamayabilirdim bile. Poster çocuğu olmak böyle bir şey.)
Geçen yazıda bahsettiğim gibi bu fotoğrafta beni çeken bir şey var. O geç kalınmışlıklar mı, erken bazı şeyleri yaşamışlıklar mı (itiraf etmek gerekirse, bazen de bazı şeyleri de çok erken yaşadım) bilemiyorum. Fikrimce, Al, sevgilisini dudağından öpmek için yanaşıyor. Sevgilisi ise kaçındırarak ama çok da kaçındırmayarak tam kıvamında yanağından öptürüyor kendini. Bu afiş bana bir şeyler anlatıyor ama o an için ne olduğunu kestiremiyorum.
Film ise yok. Yok. Kosssssskoca internet aleminde yok. Me, Natalie bile var, bu yok. Delirmek üzereyim. Sırayla izlemem lazım hepsini (takıntılılık) ama daha en başta patladık.
O zamanların korsancıları gerçek birer arşivci. Sürekli yok deseler de günaşırı gidip filmi soruyorum. Dünyanın en kötü filmi çıksa da benim için önemli. Bu-lu-na-cak. Başka bir yol yok. Neyse ki tam da istediğim kapak ile buluyorum filmi. Müthiş etkilenmiyorum ama Al Pacino’cu olmama yetiyor. Afiş kehaneti tutuyor.
Kasedi ileri sar.
Büyüdüm ve epey bir süre İngilizce öğretmenliği yaptım. Seviye belirleme sınavlarında hemen herkes aynı cevapları verse de farklı yanıtlar duymak için hep, “Neden İngilizce öğrenmek istiyorsun,” diye sordum. Para, maaş, daha çok iş, daha çok para, yurtdışı, yüksek lisans vb. Verilen cevaplar her zaman aynıydı. Aynı soruyu kendime sorduğumda benim İngilizce öğrenmek, hatta İngilizcemi mükemmelleştirmek istememin sebebi ise Al Pacino ve Bob Dylan idi. Bob’ı anlamak istiyordum. Al’a ise altyazısız konsantre olmak istiyordum. Gerçekten tüm amacım buydu. Bu tutku sayesinde “elim ekmek tutmaya” başladı evet, ama tutku elimin ekmek tutması için değildi.
Sonra sonra, işte bu blog seneleri olsa gerek babam ile ne olacağımı bilememe eksenli, para ile biten bir tartışma yaşadık, kendisiyle aram epey bir süre için bozuldu. Dayımla da o seneler aram pek yoktu. Amcam uzaktaydı o bu derken Al Pacino benim için bir baba figürü yerini almaya başladı. (Daha iyi kim “baba” figürü olabilirdi ki hem =P)
Ancak seçiciydi (gerçi seçtikleri ve seçmedikleri de tartışmaya açık) ve çok filmi yoktu. Olanlar da tüketilince öylece kalakalmıştım. Bereket, gittigidiyor (ruhuna fatiha) yetişti imdadıma sonra sonra. Hakkında çıkan yerli yabancı bütün oyubuyu, hayıhuyu toplamaya başladım. Ne sevmek ne sevmemekten gelinen nokta benim sevgiye, sevgiye atfettiğim duygu durumuna bakışımı da özetler gibiydi. Zaman geçtikçe daha çok seviyor, başka sevilecek yerler buluyordum kendime. Hatta bunu söyleyecek olmak belki de benim adıma hem üzücü hem de mutluluk verici ama diyebilirim ki ben olduğu kişiyi, düşüncelerini, konuşmalarını, onun oyunculuğundan, sanatçılığından çok çok daha daha çok sevdim, seviyorum.
Bu blogda bu zamana dek bir sürü Al Pacino videosu paylaştım, işte orada gördüğümü seviyorum ben, artık nedenini de anlayabiliyorum. Sevgi için söylediklerimden sonra Bay Pacino’nun sevgi ve sevgisi için söyledikleri ile bitirelim. Bu tarz hatırlanan küçük “sevgilikler”, öyküler bana hep çok romantik geliyor. Çünkü oyunculuk bir tarafa kaldırıldığında, kalan gerçek çok güzel ve fazlasıyla gerçek.
Bitirmeden önce şu bilgiyi de paylaşmak videonun anlaşılması açısından iyi olur diye düşünmekteyim. Baba film serisinde beraber rol kesen Al Pacino ve Diane Keaton’ın gel-gitli, ayrıl-barışlı ilişkisi olmuş ve Godfather 3’ten sonra tamamen bitmiş. Di, hiç evlenmemiş (sorulduğunda ise kimse[=hayatımın aşkı] teklif etmedi demiş), Al ise sürüklenmiş durmuş. Di, Al için anılarında şunları söylemiş:
“Al, sanatçı olmak ile sanatçı ruha sahip olmak arasındaki farkı idrak etmemi sağladı diyebilirim. Al bir sanatçıydı. Bense sanatçı ruha sahip tarafa daha yakın gibiydim. Ama bunun ilk defa hiçbir önemi yoktu çünkü sadece beni sevmesini istiyordum.”
2017’de onurlandırıldığı gecede ise Al Pacino bu dediklerine ithafen kendisine şunları söylemiş:
(YouTube ya da AFI yine götlük yapsa da sonlara doğru, sonuna kadar muhakkak izleyin.)
1 thought on “Geçmiş Zaman Olur Ki #2 (Al Pacino ve Ben) [ve biraz da Havuz]”