Geceleri düşünüyorum, yatmadan önce: Çeşitli dansları, umumiyetle aç yattığımdan şu anda olsadayesem yemeklerini, son bir kere görmek için neler vermezdim dediklerimi, ergenlik yıllarımı, herhangi bi’ filmdeki o sahneyi, bir şarkı sözünü, yazdığım yazıdaki -artık ezberlediğim için- canımı sıkan mendebur suratlı o kelimeyi, bir virgülün, o canı çıkacası virgülün, o karakterin adından sonra gelmesinin biçimsizliğini… Neyse, dün gece de bu yazı serisinin özensiz ismi kafama takıldı: “Aşk Hakkında”. Düşününce (ki düşündüm) çok iddialı ama fazlasıyla sıkıcı olmuş. Sonra aklıma başlığı değiştirmek geldi: “Aşk Hakkında Bilmediklerimiz ve Sormaya Cesaret Edemediklerimiz”, “Aşk Hakkında Bildiklerimiz ve Söylemeye Cesaret Edemediklerimiz”, “Aşk Hakkında Bilmediklerimiz ve Söylemeye Cesaret Edemediklerimiz” ve bunların türlü kombinasyonlarından biri ile. Sonra, takıntılılık bu ya, dedim ben bunu duydum, duydum yani bu ismi. Kesinlikle duydum, kim bilir hangi aptal kitabın başlığı filan diye kendimi ve beyin kıvrımlarımı topa bile tuttum. (Bunu en çok öykü yazarken, yeni bir fikir aklıma gelince yaparım, yani bunu bir yerde okumadığıma emin miyim, farkında olmadan -belki de bile bile unutarak- birinden bir şey mi aşırıyorum gibi gibi.)
Velhasılı buldum, neredeyse 10 sene önce okuduğum -ve büyük ihtimalle de sattığım- Woody Allen’ın denemelerinden oluşan şu kitap imiş: Seks hakkında bilmek isteyip de sormaya asla cesaret edemedikleriniz. Çok çok açık ki, bu başlık benim bulmaya çalıştığım başlıktan daha enfes: “Bildiklerimiz” veya “Bilmediklerimiz” yerine, “Bilmek İstemek” veya bizim şeklimizle “Bilmemek İstemek” kullanılabilirdi. Aşk Hakkında Bilmemek İstediklerimiz ise hem biçim hem içerik itibariyle başlı başına leziz olabilirdi. Ve zannediyorsam 91 yılında basılan kitap için, son zamanlarda genç kızlarımızın diline takılan “asla” kelimesi ile birleşerek başlıksal(?) anlamda muhteşemini tamamlaması… Hayat zaten kendi muhteşemlerimizi tamamlama sanatı. Tamamlayabilmeye çalışma oyunu.
İyi dedim bu, buymuş bizim olay. Değiştirsem mi, hem daha ikinciyi bile yazmadım, ki değiştirsem kim fark edecek tanrı aşkına kuzen dedim kendime, ne ki bu? Nedir bu her şeye ama her şeye, ama herkese istemeseler bile yüklediğin bu mânâ. Daha geçenlerde Bilge okudukça seni anıyorum, seni özlüyorum diyorum bir arkadaşıma. Hiç de görmemişim ya, kelimelerini özlüyorum sanırım, o dostluğunu, bana her defasında cevap atmasını, bütün o içimdeki her şeye olan nefreti yumuşatmasını. Tanısam kendisini de hemen bağrıma basar ve yatmadan önce özlerim biliyorum. Ama kıskanırım da, o yüzden tanımak istemem insanları. Özellikle benden daha çok sevdikleri olunca, hiç ilgilenmezler artık düşüncelerimle, oysa onlar sadece onları bekler+ler. Kimi düşünceler Bilgesever’i, kimi düşünceler futbolseveri, kimileri ise hayatseveri. Ben çünkü onların değil’iyim. Belki muhalefet’iyim. Ama biz anca böyle güzeliz, ve fikrimce ancak böyle kalabiliriz. Birbirimizi var eden, hep bu denge’dir. Benim denge’mi bozmayınız. Ey kesme işaretleri, sizin de artık anlamınız belli, bozuyorum sizleri şimdi, bozul bozul bozul. Om mani padme hum, om mani padme hum, om mani padme hum, kıştak kıştak, aslankaçparaparapom. GÖNLÜMÜ PUT SANIP KIRAN KİM?
İkimiz birden sevinebiliriz.
Delilik bununla başlamak şiire, devamını okumaya gerek yok.
O değilmiş aradığım. Onca dualar ve düşünceler arasında huzurlu uyuyamadım. Aradım taradım. Değil 10 yıl, daha alalı 10 ay olmamış kitap düştü önüme. Hani yıllar önce İsviçreli yazarın kitabı düşmüştü ya, heh, işte onun gibi. Bu onun gibi ilk anlamıyla “düşmedi” ama, dua ile, büyü ile, simya ile geldi karşıma – Frollo yardım etti, seni çok severim kardeşim Frollo, ama seni çok da sevemem Frollo bana büyü yapmadın, büyüle beni Frollo. Canım Frollo. Elbette yine bizimkinden en az yirmi gömlek güzel bir başlıkla düştü hem de: Lacan Hakkında Bilmeyi Hep İstediğiniz Ama Hitchcock’a Sormaya Korktuğunuz Her Şey. Bir ara yönetmen olacaktık. Belki de o zamanlar mı listeme almıştım, bilmem; ama 10 ay olmamışken siparişini verip atmıştım. 10 aydan az. Yakında 10 ay da olur bu gidişle. Zizek’i bile atmıştım köşeye. Kimdir o denge’ler. Neler yapabilirsiniz kediler, pencereyi açık bırakmışım girmişsiniz işte. Yoksunuz aslında. Romeo nekrofilidir.
Bu yazıda aslında aşık olunanın tarafını ve terk edileni inceleyecektik. Oysa ne de güzel cümlelerim vardı, bir bir gittiler, inecek var dediler indiler. Güzel alıntılarım, anlatılarım, fotoğraflarım, fotoğraflarımız vardı. Bir sil tuşuna bakması artık onları acayip kılan. Çekmesi kadar silmesi de kolay. Çek. Çek. Sil. Sil. Bitti. Fotoğrafın güzel çıkmaması gibi bir ihtimalin olmadığı, onu yırtmanın veya yakmanın müthiş bir eylem ve güç gerektirdiği zamandan bir tuşa. Bir tuşa bir tuşa bu hale geldik. Bir tuşa indirgenen aşk hayatlarımız, bir tuşla beş kuş vuran ötekiler, bir kuşu incitmemeye çalışan bizler, kuş vuran sıkılgan şiirler, ataride köpeğin getirdiği kuşlar. İşleyemedik. İşleyemedik ve ben bunlardan bahsettim.
Türlü kötü yorumlara, ve puanlamalara rağmen, ısrarla izlediğim, çünkü her şeye rağmen yazarı ve edebiyatı seviyoruz biz, “Total Eclipse” filminde, Arthur Rimbaud’ya şunu söyletir, Christopher Hampton:
“THE ONLY UNBEARABLE THING IS THAT NOTHING IS UNBEARABLE”
Usta insanlar bütün o söylediğim, işte “seni mi bekleyecek, narsist sevilen, sonsuza dek sevmek, seni niye beklemek, bütün o aşk masalı vıdı. vıdı.” ettiklerim, canımı sıkan insan sözcükleri, o dilleri, o asla ne söylediğini bilmez umarız vahşi acıtan yırtıcı virgülsüz dillere, işte bunları Rimbaud’ya söyleten Hampton tastamam sanatçıdır. O görece(k)ötüfilm de böylece boşa geçmemiştir. Geçen saatler sana bir şeyler söyletmiştir, hep düşündüğün, içini sıkan, seni batıran şeylerin bir çırpıda söylenişidir hem de bu.
Bu belalı dünyada en dayanılmaz şey, dayanılmayacak hiçbir şeyin olmamasıdır. Çünkü Bergson zamanı üçe böler, üzerine fırlatılmışlık gelir, Einstein dördüncü boyutu açar, Dark’lar başka zamana yolculuk eder. Dayanılmaz olanın olmamasıdır insanlığı bitiren. Ve de seni. Bir şey için, onu unutamamacasına yaşamaktır. Tek bir şey bile olsa hissetmektir. Ve bunu bırakınca, anılar yavaş yavaş silinmeye başlayınca bunu söyletir işte sana. Kalkıp gidince, şiirler bitince, artık yazmak istemeyince bütün bunların önce dayanılmaz gelmesi, ama kontrollü salaklaştırma mekanizması yönetim kurulu üyesi olmanızdan ötürü hepsinin de gayet dayanılır olmasıdır mesele. Nefes almayı özel bir güç gerektirmeden gerçekleştiren bir beyinden bahsediyoruz. Bugün o öbür gün öteki, sonra bir başkası. Şu zamana dek dayandıklarımıza bir bakın. Size yalvarıyorum bir bakın. Hepsine, ama hepsine. Hangisi dayanılır gibiydi? O okula gitmek, o leş suratlı hocayı görmek, ilk ayrılık, o sabaha dek onca içtikten sonra erken kalkmanız, anneyi kaybetmek, çocuğu kaybetmek. Hangisini unutmadınız? Yahut şöyle diyelim, hangisiyle yaşamaya alışmadınız. Alışmak. Alışmak. Kamşıla, kamşıla, kamşıla. İşte benim için, Hamton’a göre Rimbaud için dayanılmaz olan budur. Dayanılmaz olanın ise, mutlak hazzın tek başına karşılandığı ölüm ile sona erecek olması bile bir kurtuluştur. Ölüm kurtuluştur. Artık dayanamamak ama gene mutlu olmak için bir kaçış. Kaçışçılık. Kaçışçılıkçık. Kopparito, korroinotto, kantare, kossolonitot, laşantimi. Dayanılmaz olan işte budur. Kendini öldürme isteğinin bile ardında yatan kurtulma isteği.
1 thought on “Aşk Hakkında #2 – Bilmediklerimiz veya Sormaya Cesaret Edemediklerimiz”