Eskiden korsan DVD alırdım. Saklanacak bir durum yok. Saklanacak bir durum, dememden aslında şimdilerde ne kadar utanç verici bir şey olduğunu düşündüğümü anlamış olmalısınız. Sonra Divx’e geçtim. Torrent kullanmaktayım hâlâ. Ama hiçbir işe yaramıyor. Sınırsız internetin anlamsızlığı içine düştüm.
İçimdeki sinema aşkı bitti ne yalan söyleyeyim. Bir şey indirmiyorum da izlemiyorum da. Neredeyse yedi (7) senem sürekli film izleyerek geçti. Önceden de izliyordum elbette ama günde -düzenli olarak- bilmemkaçkere değildi. Belki bu yüzden, belki daha önce açıkladığım gibi film sektörünün tamamen bir kandırmaca olduğunu düşünmemden, içine para-prodüksiyon-set giren bir şeyin saf olacağını düşünmememden, ve saf ve çocukça olmayanın iyi olmayacağını çok çok iyi bildiğimden, artık senaryoları kötü yazılmış birer edebiyat metni olarak gördüğümden, yazıda veremeyeceği duyguları oyuncular üzerinden elde etmeye çalışan fantastikbilimkurgu yapmacık yönetmenliği, oyunculara hayvandan beter muamele eden sanatyönetmenliği, izleyiciyi bıktıran aptalromantiKomedi yönetmenliğinden usandığımdan da izlemiyor olabilirim. Ve olabilirim ki bir aşktı aramızdaki, bitince nefrete dönüştü. Bu da olabilir elbette. Her duygumu yoğun yaşarım.
Buralara nereden geldik, şöyle esasında. İyi bir koleksiyoncuyum. Bu doğrultuda da çok para harcıyorum. Akıl almaz şeylere ne kadar para verdiğimi duysanız gülersiniz. Gülmenize bozulmam, gülünüz. Bazen ben bile şaşırıyorum ama sonradan hediye etmesi çok güzel oluyor. Her neyse, iyi bir koleksiyoncuyum madem dedim. Binlerce film izledim dedim, bari sevdiklerimin derlemesine girişeyim. Yüzden fazla film çıkmadı emin olun. Bunların içinde Türkiye’de baskısı yapılmayanları dahi buldum. Hem de bazılarını Türkiye’de. Şimdilerde ise belki on tane daha alacağım film kalmıştır. İşte tam da bu bağlamda yıllar önce izleyip hafif de olsa beğendiğim filmleri yeniden izlemeye başladım. Kimileri beş para etmez şeylermiş bunu anladım. (Ki bu çok önemliymiş.) Yaşla da orantılı sanırım bu. Yani film yaşıyla. Ne kadar çok film izlerseniz, bir süre sonra beğendiğiniz filmi tekrar izlediğinizde alacağınız zevk çok çok azalıyor. Tam da burada benim derlemeci ruh giriyor olaya işte. Eğer tekrar izlediğinizde dahi seviyorsanız bir filmi, başlıyorsunuz satın almaya. Jeux d’enfants ile ilgili bir şeyler de bu “sekans”lar sırasında söylemek istedim.
Jeux d’enfants, Cesaretin Var mı Aşka?, Cesaretin Varsa Sev, Love Me if You Dare, özellikle kızlarımızın çok sevdiği türden bir film. Böyle bir ayrımcılık yaptığım için beni bağışlayın. Neyini sevdiğimi çok net hatırlamadığım ama sevmediğimi çok çok net hatırladığım bir film. Üzerinden yıllar geçmesine, değişmeme, onca gelişmeye rağmen belki benim kültürümden, çevremden, yetişme tarzımdan, hayata bakış açımdan, penceremden, belki bu tür (izlemeyenler izledikten sonra, izleyenler zaten, anlayacaktır) bir aşka tanıklık etmediğimden dolayı anlamakta hâlâ güçlük çektiğim yerler oldu. Neden mi izledim? İşte bu yüzden. Bu filmin orijinal Dvd’si alınmayı hak ediyor mu, etmiyor mu diye. Neyini sevmişim diye. Hâlâ sevmeyecek miyim diye. Vebenzerleri.
Tüm bunları neden yaptıklarına hiç akıl erdiremedim. Bence bir şeyi (aşkı, oyunu) gerçeklikten bu kadar ayırmanız filmin başındaki güzelliğe yapılan en büyük ve en feci darbe olmuş. (Oyunun bu kadar kötüye kullanılmasını ve hazinenin filmde birkaç kere yerlere atılmasını da hiç ama hiç içime sindiremedim.)
Film başladı, ilk yirmi dakikasında ben bu filmi kesinlikle almalıyım dedim. Bulunmalı dedim. Çocuklar tam o sırada büyüdü. Güzel bir sahneydi. Otuz beşinci dakikalarında ise film bence doruk noktasına ulaştı. Kız “Bu senin için bir oyun mu?” dedi. Sonra birkaç konuşma ve son. Burada bitmeliydi işte film. Fin, dese ayakta alkışlardım. Ama şu haliyle benim için yarısı boşa çekilmiş bir filmden öte değil. Gerçekten öyle. İşte inanılmaz Belçika sokakları olabilir filmde, olağan olmayan bir aşk, tutku ya da yönetmenin dediği gibi zorlama benzetmelerle sonunu Budizm’e filan da bağlayabilirsiniz. (Ki gıcık olduğum sahici olmayan ve Avrupai metaforlar, deminki benzetme gibi.) Ne yazık ki çok mantıklı ve çok romantik gelmiyor işte bana bunlar. Daha iyi aşk filmleri sayabilirm Jeux d’enfants’tan ama bu kadar sağlam bir başlangıcı olan çok çok az. 90 dakika olduğu düşünülürse film 45 dakikadan ibaret olmalıydı. Hani izleyici anladı artık, oyun değil, seviyorlar birbirlerini (ki bence sevmiyorlar), uzatmanın alemi yok. Ner’dee..
İşte tam bu nokta, sinemadan artık neden nefret ettiğimi göstermek için güzel bir örnek olurmuş gibi geliyor. Filmin yarısı boşa mı çekilmiş dedik. Evvela 45 dakikalık bir film vizyona giremez. Girse gişe yapmaz. İnsanların anlaması için her şeyi anlatmalısınız ya da Dvd’lerin özel bölümlerine, gazetelere sonunu açıklamalısınız, bir şeyi o kadar vura vura anlatmalısınız ki işin cılkı çıksın ve tüm alıklar (Bilge Karasu’ya selam ve rahmet) ne döndüğünü anlasın. Sonra başrolleri sevgili yapmalısınız. Prodüktör bulamazsınız 45 dakikalık ya da bence 20 dakikalık film için. Para, oyuncular, kameralar bulamazsınız. Haberler, reklamlar yapamazsınız. Ve belki de bu şekilde bir eleştiri yazısı alamazsınız çünkü tüm bunlar olmasa benim de haberim olmazdı filmden ve bu yazıyı yazamazdım.
Jeux d’enfants (filmin esas adı diye bunu kullanıyorum sürekli, yoksa başka bir manası yok), çocuklar büyüyene kadar mükemmel bir öykü. Büyüdükten sonra “Bu senin için bir oyun mu,” kısmına dek fevkalade bir film. Ama yok futbolcu koca, yok nikâh, yok yemekte elbise, tren sahnesi çok ama çok gereksiz ve yazıda birkaç kez kullandığım gibi zorlama. Sonunu ben beğendim. O muğlak durumu sevdim yani. Yoksa kimse öyle bir şey yapmaz, makine de dökmez onu size söyleyeyim, görünürler. (Fazla bilgi vermemeye çalışıyorum izlemeyenler için.)
Neden bunları yaptıklarına akıl erdiremedim diyorum ama erdirdim aslında. Gerçek dünyanın sıkıcılığından kurtulmak, işte Fransız sanatı vs. değil durum. Tamamen gösteriş, izleyiciyi kendine çekme ve doksan dakikaya tamamlama çabası. Yaptıklarından çocukça olanlarını kimse benim kadar sevmemiştir inanın. Ancak o duygu gidince (buna samimiyet demek istemiyorum çünkü tam karşılığı bu değil, samimiyet de pek samimi bir laf değil) ben geriliyorum. Ama yine de ilk yirmi dakikası için veya otuz beş her neyse, günün birinde koleksiyonuma ekleyeceğim. Şimdi değil. Belki sonra. Sonra.
İnanmazsınız, daha dün akşam benzer bir konuda bir şeyler karaladım 🙂 Özelde, Leyla ile Mecnun, Frhat ile Şirin'den tam kopamamış ama Hollywood romantik komedisi şablonunda şıpın işi yapılmış son zamanlardaki Türk aşk filmleri hakkındaydı. Ne bizden ne onlardan:p
İnanırım =)