Bu bir aylık süreçte eski erkek dergileri koleksiyonu yapmaya başladım. Zamanın ünlülerinin kartpostallarını da biriktiriyorum. Ha bu arada, Lolita’yı orijinal dilinden ve sansürsüz okudum nihayet, söyleyeceklerim var hakkında. Belki sonra, uzun uzun.
Sürekli kendim ve suçlu bulduğum zevklerimle yüzleştim dergiler ve Lolita sayesinde. Yazdığım cinsel anı&öyküleri düşündüm. İlk mastürbasyon yaparken yakalandığım zamanları, Şamdan dergilerini, atın üstündeki kadınları… Süreli yayınları yıllar sonra okumanın da inanılmaz haz verici olduğu bir gerçek. Hem müthiş kaliteliler hem de konular zaman geçtikçe çok daha güzelleşiyor: 2005’te çıkan bir dergi var mesela şu an masada, 3G’ye geçişten bahsediyor. 83’ten kalma berikinin makale başlığı bile keyiflendirici: “Hülya Avşar balon mu?” Tüm bu geçmiş, çiğ ve guilty güzellikler, benim her zamanki tamir işleri gibi, biraz da olsa bu yıkımdan mental anlamda kurtulmamı sağladı belki.
Bazan oyunlar oynadım bu arada, yine eski konsollarda. Onları nasıl hekleyeceğimi buldum. Çıldırmış gibiydim. Hiç uyumuyor, her yere saldırıyordum. Kimi zaman artık oyunun süresi ne kadarsa o kadar süre “kol”da rastgele tuşlara bastığın ve PS3 serisinin özeti oyunları oynarken (ben de yeni fark ediyorum böyle olduklarını, her şey zaman geçtikçe fark ediliyor, yanındayken anlamıyorsun) kimi zaman da sanat sepet işleriyle uğraştıracak oyunlarla meşguldüm. Hikâyeleriyle beni darmaduman edecek oyunlar da bir şekilde karşıma çıktı neyse ki.
Bunlardan biri, The Unfinished Swan idi. Böyle açık açık da yazıyorum adını, kim isterse izlesin, oynasın… Zaten herkese göre değil. Belki böylelerini paylaşırken bir rahatlık geliyor bana da, saklamadan yazabiliyorum adını. Herkesin bayılacağı gizil bir şey değil sonuçta, sadece belli insanların bayılacağı gizil bir şey. Bahsedeceğim için aşağıya öyküsünü iliştiriyorum:
Daha Lolita etkisini üzerimden atamamışken üzerime üzerime geldi öyküsü Unfinished Swan’ın. Üçüncü ya da dördüncü bölüm olması lazım, romandaki esas kahramanımız Humbert, Dolores Haze olayını kendi içinde bir mantığa oturtmaya çalışır. Bulabildiği ilk sevgilisi Annabel Lee‘nin 14 yaşındaki ani ölümüdür. O ölmeseydi diyor, Humbert, bu Lolita işine girişmezdim…
Oyunu neden bu kadar sevdiğimi rasyonalize etmeye çalışırken buluyorum kendimi ben de. Ama daha en başında anlatılan annenin hikâyesiyle birlikte ben de ecnebilerin deyimi ile “hook”lanmış oluyorum. Daha anlatılacak öykünün “yarım” kalmışlıkların olması beni bağlıyor, sayfa sayfa ilerleyen ve aslında “çocuk öyküsü” olan akış ise dahasını oluşturuyor.
Şarkı geliyor hemen aklıma, Lolita ile birleşince: “Lilah, you’re a bedtime story, the one that keeps the curtains closed”
Buradaki bedtime’a da aman dikkat demeli, ne olur ne olmaz.
Ama bizimki başka. Çocukken bana anlatılan, benim okuduğum ve büyüyünce daha daha beş bin misli falan fazlasını okuduğum öykülerde ve bilhassa bu öykülerin sonlarında müthiş üzücü cümleler sarf edilir hep. Kötü karakterler bile bana göre pekâlâ “iyi” olabileceği için muhakkak üzülecek bir şeyler bulurum kendime. Bu oyunun öyküsünde de ana karakter Milton diyor ki:
“When the universe ended, I knew that everything I’d made was over. And as I sat there looking out into the darkness, I thought back on all the things I’d built and left unfinished. I realized something, I wasn’t sad that it was all gone. I had fun making all that stuff. I would have done it anyway.”
(Evrenin sonu geldiğinde, yapmış olduğum her şeyin de aynı şekilde sonunun geldiğini anlamıştım. Ve orada oturmuş, karanlığa doğru bakarken, tüm o yapmaya başladığım ve yarım bıraktığım şeyleri düşündüm. Bu düşünme bir şeyi fark etmemi sağladı: Sonu geldiği için üzgün değildim. Tüm bunları yaparken çok keyif almıştım. Ki, yine olsa, yine yapardım.)
Daha da detay isterseniz. Tık.
Bu başlama, devamını getirmeme, yarım bırakma, ama pişman da olmama, onun öyle olmasından da duyulan mutluluk… Eh, hikâyelerin olmazsa olmazları da meşhur twist’leridir. Bir de bunun tam tersi var ki, o da bana müthiş dokunur. Her seferinde düşündürür. Kitap dedik, oyun dedik, müzik dedik, şimdi de filme gidelim.
500 Days of Summer. Esas karakterimiz Tom hesapta bir şeylerin farkına varmaya başlamıştır sevgilisi Summer ile olan ilişkisinde. Ama elbette sadece Tom değil, Summer da bazı şeylerin farkına varmaktadır. Şöyle mi yapsak, böyle mi etsek denen bir anda Summer yooo gidelim filme der Tom’a. Film, the Graduate, aslında “eğlenceli” bir şeydir. Ama Summer filmin finalini izlerken, o gerçekten özgür kalınmış kavuşum anında, salya sümük başlar ağlamaya. Yalnızca filme ağlamamaktadır. (Ki hangimiz “yalnızca” filme ağlarız ki düşününce?) Bir yandan kendi bir yandan da birazdan karartacağı Tom’un hayatına ağlamaktadır:
Burada Summer, oyunda Milton, kitapta Humbert kendisi ve yaptıkları aksiyonlarla yüzleşmektedir. Humbert sosyopat olduğu için durumu aklınca rasyonalize eder. Summer, hâlâ daha neye ağladığını bile anlayamayan, hatta mümkün ki onu bu zamana dek hiç anlamamış ve anlamayacak olan sevgilisi Tom’a yok işte benim şapşallığım filan derken aslında Tom’un kendisini değil bir “idea”yı sevdiğini anlamıştır ve artık içi rahattır. Rasyonalize etmiştir, rahatça Tom’dan ayrılabilecektir artık.
Bütün sevilmeyenler olarak haykırsak ya şöyle mesela, ne olur yani…
Sevilmiyoruz ve bizi sevmediğiniz için gerçekten memnunuz eğer bizi azıcık sevseydiniz belki konuşacak çok şey olurdu ve bu konuşmalar bizi çok üzerdi ama sevmemeniz ve bunu az sonra gittiğimizde fark edecek olmanız bize güç veriyor, sağ olun var olun siz, kalpsizler ordusu.
Yine de üçlemenin ortasında bu kadar kızgın olmamam konusunda Milton bana sesleniyor. Rüyalarımdaki çocuk sen misin, diyor. Kendi krallığının prensesini boyalarıyla yapmış adam bir yerde.
Benim, diyorum.
Yarım da olsa yine de yapardım de, diyor.
Cevap vermiyorum elbette, zaten öyle diyeceğimi biliyor.
1 thought on “Lolita, Unfinished Swan ve 500 Days of Summer”