Pek arkadaşım yok, olanları da niye sevmediğimi bazen anlayabiliyorum. Bazen üzerinde çok durmadığımdan anlamıyorum, aslında bu da bir tercih.
Sıkı bir insansevmezim ben.
Yalan yok, katlanamıyorum çoğu zaman. Katlanabildiklerime hâlâ şaşırıyorum. Bazılarını öyle çok sevmişim, öyle değer vermişim ki inanamıyorum. Bazılarına da hak ettiği hâlde pek de değer vermemişim. Yazık, hayat böyle hep. Sildiklerime, yazmadıklarıma, taslak olanlara, hatta taslak olmayanlara baksan şu 5 senede hep bunlardan bahsetmiş olmamıza rağmen akıllanmamışız. Üzülüyor çoğu zaman insan. Belki de bunlar insansevmez olmama sebep oldu, kim bilir.
Bir şey anlatacağım ama, anlatsam kime ne yararı olacak diye düşünüyorum. Aslında anlatacağım şeyi önce yazdım bu ona ön söz gibi oldu. Nereden bakarsan bak saçma.
Anlatacağım şey iki nokta üst üste. Osmanlıcayı istemeyen çevrelerce yapılan hatalardan biri şudur: Dilimize yabancı dillerden girmiş, dönemin dil kurumu tarafından Türkçe karşılığı bulunmamış, harfleri değiştirilerek Türkçe yapılmış veya ırgalanmamış sözcükleri doğru yazamadığı için, “Bu halk daha Türkçe bilmiyor, öğrenememiş ki Osmanlıca öğrensin bak,” algısı yaratmak, buna çabalamak. Bu son derece iğrenç bir davranış, üstelik yanlış da. Bunu yapan solcular çok sevdiği halkını aşağılamaktadır, hani sınıf ayrımı yoktu? Bunu yapan sağcılar her şeyden üstün tuttuğu ırkının dilini bilmemektedir. Eğer dile sahip çıkma konusunda iki taraf da bu kadar kenetlendiyse bunu bu şekilde eleştirmemelisiniz, bu karşı tarafa koz vermektir, yarın biri çıkar bunlaaar sizinle alay ediyor, sizi hakir görüyorlar, üstelik dalga geçtikleri şeyleeeeer ecnebi dillerden girmeee diye propaganda yaparsa kimsenin diyeceği bir şey olmaz. Aman dikkat.
Bunu nereden mi biliyorum, sevdiğim, akıllı bak bunlar diye bellediğim, düşüncelerine önem verdiğim ve saygı gösterdiğim hemen her insan Twitter’ında paylaşmış bu zırvayı. Ya retweet’lemiş ya kendisi yazmış. Birinin attığı taş gitmiş baş yarmış yahut taşı kırk akıllı çıkaramamış çünkü atan deliymiş vs. Önemi yok. Bu kemikleşmiş sürü psikolojisindeki benim için alay konusu olmuş kişiler, yarın hükûmet için de olabilir. Birisi çıkmış dilimize Fransızcadan girmiş kelimeyi koymuş, öteki İngilizceden, bir diğeri İtalyancadan. (Arap sevdalısı olup Arapçasını doğru yazamayana hiçbir şey diyemiyorum zaten.) Bunları yanlış yazan halk İtalyanca bilmek veya çevrildiği gibi bırakmak mecburiyetinde değildir. Devlet bunlara Türkçe karşılık bulmak ve bunun propagandasını yapmak yükümlülüğündedir. Bugün bilgisayar kelimesini bulan Aydın Köksal, benim için hâlâ dünyanın en iyi çevirmenlerinden biridir. (Evet çevirmendir de aynı zamanda kendisi, bilim çevirmeni: “Bilişim”, “donanım”, “bellek”, “hafıza” kelimelerinin de mucididir). Yoksa Internet gibi, Atari gibi anabilirdik bu “kompüter” arkadaşı da.
Örneğin: Bu propaganda kelimesi iki kere geçti, alalım. Propoganda diye yazsa biri ben onu eleştiremem. İtalyanca sözün aslı. Bu demek değildir ki bu insana doğrusu öğretilmesin, evet öğretilsin. Bilsin doğrusunu ama doğrusu Türkçe değil ki, İtalyanca. Ben bu adamı niye eleştireyim ya da bunu yazamamış adamı? Eleştirilecek birisi varsa devlettir, bu kelimeleri kullanmayı marifet sanan küreselleşmiş akademisyenler, laf aralarına kendi dilinden olmayan, karşındakinin anlamayacağı sözleri “bilerek” serpiştiren solcu ve ulusalcılar, bunlara karşı çıkmayan milliyetçiler, yobazgloballeşmişahlakyoksunu televizyoncular, Arap kafatasçı dinciler, ekmeğe yağ süren sözde ilk-eğitimciler ve ne yazık ki gene ana-babalardır. (İlk-eğitimci durumu çok ama çok önemli. Devletin yemeyip içmeyip, felsefe yapabilen nesil yetiştirme derdi var ise yatırımını ilk-eğitimcilere yapması elzemdir.)
Şuradan epey etkisi altında kaldığımız Fransızcadan dilimize geçen sözcüklere bakılabilir:
Fransızcadan Türkçeye geçen sözcükler
Bak portföy yazamıyorsun daha pis cahil, neyine Osmanlıca senin. Hıh.
Not: Elbette esas olan “yoğurt” gibi hem Türkçe olacak hem de küreselleşebilecek kelimeler üretmektir. Bunun için de tabii ki önce bir şeyler üretmek için çabalamak, çalışmak sonra da o üretilenin ilki olmak gereklidir. Gerçi biz üretsek de ona artık Türkçe isim vermekten kaçınıyoruz, nedeni çok açık: Korku. Bir de kendini ve ırkını hakir görme, sahte solculuk zırvaları, yabancı dil havası var ki hepsinden fena. Tümü aslında sisteme (sistem kelimesini “adam” diye çevirebiliriz) hizmet ediyor. Ama satılmama, ama beğenilmeme, ama onaylanmama korkusu. Bugün dikkat edilirse Latincenin, İtalyanca ve Yunancanın globalleşmiş dünyada sözlüklere soktukları kelimeler hep eskiden üretilmiş, bilimin gerçekten bilim olduğu zamandan kalma sözcüklerdir. Günümüzde İngilizceden başka bir dilde, her ülkenin sözlüğüne girebilecek kelime yaratamamızın, yaratılmasının istenmemesinin sebebi ise araştırılmalı.
notta geçen küreselleşebilecek sözcük "üretmek" benim kulağımı tırmaladı. kelimeler üretilmez, ürerler bana kalırsa.
Aydın Köksal üretmiştir örneğin bilgisayarı. Belki insan yeni yeni konuşmaya başladığında sözcükler ürüyordu ama 21. yüzyılda nasıl ki yediğimiz domatesler kendi kendine yetişmiyorsa, katkılıysa yazık ki sözcükler de kendi kendine yetişmiyor ya da üremiyor. Hepsine isim veren var. Daha doğrusu önce bir şey üretiyorsun, bu ürettiğine isim veriyorsun. Zaten halihazırda olan şeylerin hepsinin ismi var. Mesele yeni "ürettiğine" isim vermek. Kullandığımız sosyal ağlar gibi. Mesele onları üretmekte, sonra kelime ürer mi üretilir mi çok da mühim bir mevzu değil. Özü o değil yani anlatının.
Sıkı bir insansevmemezlik hali içinde bazen bir şeylere tutunma ihtiyacı olduğunda ne yaparsınız ben severim ama duyguların da her dakika saniye değişimi dönüşümü hali içinde rüyaların bile uzun süren etkisi içinden çıkamazken Fransızcadan Türkçeye geçen sözcükler üzerine düşünürken sadece bunu düşünebilmek fırsatını bu gibi yazılarda buluyorum ve bir kaç dakikalık bile olsa beynimin yoğunlaşması saçma sapan düşüncelerim üzerinden kalkıp bunu düşünüyor evet güzel galiba bu teşekkürler
Size de teşekkürler =)