Gün geçmiyor ki, bir insan zümresi daha öldürülmeyi hak etmesin. Gün geçmiyor ki şu bloga artık yazmayacağım dediğim günün ertesi haftasına dayanamayıp bir de bilmiş bilmiş “üzerine” diye başlık atmayayım ve bir şeyler daha karalamayayım.
Kalabalığız. İstanbul’dan bahsediyorum, çok kalabalığız. Öteki büyük şehirlerde de yerleşim yeri/insan kıstasına bakarsak onların da kalabalık olduğunu söylemek belki mümkün fakat İstanbul olarak çok çok kalabalığız. Türlü iğrençliklerin yaşandığı şehre, çok sevdiğimden katlanabiliyorum. (Bu kimi saygın yazarlara göre doğduğun aileyi sevmen gibi birtakım zorunluluklardan ibaret, bir sanrı.) Bunu daha geçenlerde keşfettim. Ve fark etmemle harekete geçmem bir oldu, bu şehri nasıl kurtarabilirdim?
Metroda bile telefonlarından ayrılamayanlardan, metrobüste sakız çiğneyenlerden, tramvayın sıkışıklığından, okula gelmesi zorunlu değil iken gelip dersi bozanlardan, trafiğin akmamasından, birbirine saygısız, kötü, kaba, ahlaksız insanlardan, telefonla sürekli konuşanlardan, vik vik sesleriden, hiç bitmeyen araba-motor seslerinden, dünyanın en kötülerinden çocukların bağırışma seslerinden, restorasyon takırtılarından, matkap zırıltılarından, dilencilerin suratını görme, yakanı paçanı çekiştirme, sanki hepimiz çok dindarmışız gibi Allah sesleriyle kendilerini acındırmalarından, zorunluluğunda olmalardan, kargocularla ilişkilerini iyi tutma gereksizliğinden, her gün gittiğin kahvede bile inatla insanların sanki sen ilk defa geliyormuşsun gibi bakmasından, bir türlü ismini çıkaramamasından, bu hiç var olmamış ve hiçbir iz bırakamadan bu dünyadan göçecekmiş hissinden, birine bir şey söylerken utanmadan, yere çöp atanı gördüğünde ve ‘bir şey düşürdün ahbap’ dediğinde sana tiptip bakıp, utanıp ama gururundan o soktuğumun çöpünü gerektiği yere atamamasından, fotokopi ve kaçak kitap sektöründen, kalitesiz film sektöründen, her gün çok sevdiğin meydanda türlü zırvalıklarla yürüyüş yapanların sesini duymadan yürüyememeden, en sevdiğin kesimlerin zengin züppeler tarafından işgal edilmesinden, çayın pahalı olmasından, otopark-otoparkçılardan, mafyalardan, tinercilerden, orospulardan, garip kıyafetli erkeklerden, acayip saçlardan, tuhaf dinsel hareketlerden, her türlü kural tanımazlardan, emniyet şeridinden gidenlerden, tecavüzcülerden, sapıklardan, sadistlerden, narsistlerden, beceriksiz paragöz doktorlardan, ehemmiyetsiz devlet memurlarından hepsi ve daha sayamadığım ve bütün bunları sizi sıkmak için saydığım ve en sonunda artık kendimin de sıkılıp, belki de dayanamayıp saymayı bıraktığım bu tiplerden nasıl kurtarabilirdim?
Yok yok, bunları öylesine saydım. Bunların hepsi yaşamalı. Ama yere tükürenler…
Öldürülmeli.
Evet. Her türlü hakareti hak eden tipler, yaşamaması gereken tipler bunlar. Bunlar…
Bunlar, en aşağılık topluluktan daha aşağı seviyededir. Bunlar için tanım gerekmez. Bakteri kadar değeri olmayan bu canlı türü (mukusus oralus) yere tükürmeyen ve Yere Tükürmeyen İnsanlar Derneği tarafından taraflarına tahsis edilen silahlarla ve yine onların tahsis ettiği özel işaretli mermilerle öldürülmelidir. Silah kullanmak istemeyenlere balta, balyoz, bıçak, hançer, kılıç verilebilir ve gerekirse at da kullanabilirler. Kılıfları adlarına özel işlemeli olacaktır. Kadın, yaşlı, genç demeden, benim yürüdüğüm yola, gözlerimi kör edecek yeşillikte tüküren kimse, ama her kimse, hemen ellerine silah verilen bu derneğe ait kimseler tarafından öldürülmeli. Telsizle iletişilmeli. Ve elini kana bulamak istemeyenler için ışınlanma tekniği geliştirildiğinden gerekli ekipler gelerek temizlik yapılmalı. Öldürülmelerden etkilenen genç muhbirler için gerekli tatil hizmeti (biletler dahil) sağlanmalı. Gerekli teşvik uygulaması yapıldıktan sonra takriben nüfusun yarısında bir azalma meydana gelecektir. Bunların %78’i (dünyanın en iyi bilimi istatistik sen çok yaşa e mi!) erkek olduğuna göre epey bir kadın açıkta kalacaktır. Bunu da düşünen derneğimiz, çevre illerden henüz İstanbul’a göçmemiş (elbette parasal nedenlerden, yoksa kim İstanbul’a niye göçmesin!) ama -inanılmaz basmakalıp olacak- adam gibi adamlara kapılarını açacaktır. Böylece daha sevimli evlilikler, daha az boşanma, daha iyi niyetli insanlar, daha sosyo-kültürel bir ortam, daha temiz bir İstanbul meydana gelecektir. Daha iyi erkeklerle evlenmiş kadınlar, daha iyi anne olacaklar, daha iyi eş olacaklar, ülkelerine daha çok katkı yapıp belki bilimle uğraşacaklardır. Babalar, yere tükürmeyen babalar, bu yağız ve yakışıklı iç güzelliğiyle donanmış babalar daha duyarlı, sadece para veren baba olmayacaklar; daha az küfür edecekler ve karılarına daha çok sadık olacaklardır.
İşte böylece yepyeni ve yaşanılır İstanbul yaratılacak. Daha az insan delirecek ve böylece sıradanlaşacak belki, belki öyle, ama kendi için birçoklarını feda eden değil, birçokları için kendini feda edenlerin artık neredeyse görülmediği bu tahammülsüz miniminnacık dünyamızda ve ondan daha miniminnacık ülkemizde elden çoktan kayıp gitmiş insanlığımız için bu, inanın çok değil.
Not: Çevrede şu uyarı levhalarından göreceğim gün, tüm bu işaretlerin “öylesine, şeklen” koyulmadığının samimiyetine inanacağım gündür.