Size İzmir’de gittiğim psikiyatr anımı anlatmıştım, anlatmadıysam da çok mühim bir mesele değil. Kadının söyledikleri çok koymuştu saatler sonra, Martinciğim, sen iyileşmek istemiyorsun, tedavin için gereken şeyleri sana göstermeme de izin vermiyorsun, bence buna ikna olduğunda, değişmek istediğinde tekrar görüşelim, olur mu? Öyle nazikti ki, kendimi öldüresim gelmişti. Bu lafı da kolay kolay etmem he, canım kıymetlidir, ama o gün oyunda bir silah gösterilse idi yüksek ihtimalle sonunda patlayabilirdi. Öyle bir şey. Bir yandan da ağlayasım geliyordu. Çare yok, eğ başını usul usul yürü şimdi…
İzmir’deydim ve şehirden tiksiniyordum, oraya gidişim de bir çeşit kendimden kaçma idi belki de şimdi yaptıklarım ve yapmadıklarımı düşününce, bilemiyorum. Belki her şey farklı olabilirdi, ben belki Şebnem’in halası olabilir, ona bakabilirdim. Sonra onun İzmir’deki çevresi kadraja girince yine kendimi yabanıl hisseder, bir köşeye siner susardım. Zaten sorun da tam burada başlıyordu, benim bebekliğimden. Bebeklik anısı filan değil anlatmak istediğim, genel belki bir çeşit saflık da diyebiliriz. Ya da öteki insanlardan kendini üstün gördüğünde duyulan, lan bu keriz beni nasıl kandırdı/aldattı/sevmedi/istemedi sendromları belki.
İşte tüm bu kalp ağrıları içinde bir gün uyandım ve hatırladığım en eski yalan söyleme anıma gittim. Bu duruma o kadar inandırdım ki kendimi, yıllarca yalan olduğunu dahi hatırlamadım, bastırdım, bastırdım, çok bastırdım. Sonuçlarından hiç de pişman değilim ama belki de şu gün, şu saatte, şu sıkıntı ile aylar sonra yeniden klavyenin tuşlarını tıngırdatıyorsam, zannediyorum o gün yaşadıklarımla ilintisi var. Öyle cinsel travmalar filan beklemeyin canım, gerçi onlar da belki biraz daha küçükken yaşamış olduğum şeyler olabilir. Bunu bu seri devam ederse açıklayacağım. Ki şimdi yine göz göze geldim, hâlâ şu salak 2000’lerden kalma (gerçi gerçekten de 2000’lerden kalma blog, kuruluşa bak 2009, neredeyse bu dönemde doğanlar reşit olacak bre yiğidim) temayı değiştirmediğim için de kendimden iğreniyorum. Neyse, hemen sapıtma şekerim, bir şey anlatıyorduk, dönelim geçmişe, 12 yaşına dönelim.
*
12 dedim ama sanırım 11 yaşına da dönmem gerekecek. Bunu pek kimse bilmez fakat benim ilk sporcu lisansım hentbol oynarken çıkmıştı. Hentbol o dönem ve yaş grubunda yalnızca pas üzerine kurulu bir oyundu. Normal hentboldan farkı topu tuttuktan sonra yalnızca iki kez yere vurabilir ve iki adım atabilirdiniz, diğer türlüsü mümkün değildi. Gol atabilmeniz için takım arkadaşlarınızla paslaşmanız gerekirdi, bu da oyunu hem güzelleştirir hem de takımdaşlık seviyesini artırırdı. Elbette o dönem bütün bunların basketbolla alakası olduğunu, dahası antrenörümüzün aslında basketbol antrenörü olduğunu bilmiyordum.
Hentbolda epey iyiydim, bizim susaklardan farkım oyunu hata yaparak çözmüş olmamdı. Diğerleri denemiyordu bile, bu da canımı sıkıyordu elbette. Bir gün aynı basketbolda olduğu gibi kanat-forvetten hızlı hücuma çıktım. Daha sonra 3 sene kaptanım olacak Yasin’le ilk fastbreak hücumumuz bu olmalıydı, en azından ben öyle hatırlıyorum. Sağ köşeden fırladım. (Eğer mübalağa yapmak isteseydim Artemis’in okları gibi fırladım diyebilirdim pekâlâ.) Yasin topu önüme doğru fırlattı, sanırım bir çeşit final maçı gibi bir şeydi, ya da o dönemki çocuklar olarak salak bir anlam biçmiştik bu maça, acaba daha önce yenişmiş miydik pek anımsayamıyorum. Topun önümde sekişini izledim, benim hızıma yetişebilecek hiçbir takım arkadaşım yoktu bu kötüydü çünkü yalnızca topu yere iki kez vurabilirdim, kaleci açılabileceği kadar açılmıştı. Sonra bir an topu hiç tutmazsam istediğim yere kadar gideceği aklıma geldi. Topun artık neredeyse sekmeyeceği kadar bekledim. Yerden topu aldım, hiç sektirmeden yine sağa doğru iki adım attım. Kalecinin soluna doğru topu yere paralel bir şekilde tüm gücümle fırlattım. Gol oldu, gol mü diyorduk bilmiyorum, ama sonuçta bir goal varsa herhalde goldür diyorum şimdilerde. Bu golle birlikte zaten hâlihazırda okumakta olduğum Yeşilköy’ün komşusu Yeşilyurt seçmelerinin yolunu tuttum ama evet, basketbolcu olmak için.
Basketbola dair tek bildiğim ters turnike atmaktı, neden bilmem, düzünden daha kolay gelirdi bana. Belki de benim kerizliğim de buydu, zoru kolay yapmak, kolayı becerememek… Ama koçum, ehem hocam, ehem, antrenörüm bana inanmış olacak ki belli başlı fundementallar gösterip 3 kişiyle birlikte Yeşilyurt spor tesislerinin yolunu göstermişti bana. Seçmelerde pek tabii ki batırmış bir sene sonra tekrar gönderileceğim güne dek beklemeye alınmıştım. Bu defa nereden baksanız 50-60 kişi vardı salonda. En fazla 15 kişinin seçileceği seçmelerde, sonradan epey yakın olacağım Caner ile baş başa kaldık. 14 kişi çoktan seçilmişti bile. Biz mal gibi top sektiriyor, bacak araları yapıyor, topa bakmamaya çalışıp, ne kadar hünerli olduğumuzu göstermeye çabalıyorduk. Şimdi düşününce pek acıklı gelen bu hatıra o zamanlar için hayat memat meselesiydi benim için. Tekrar istenmeyen olmamalıydım. Ben istenen ama istemeyendim.
Caner seçildi. Bu seçilen, ama elbette benim seçildiklerini anlamadığım yahut kabul etmek istemediğim 15 kişi başka bir odaya geçti ve koçlardan daha genç olanı bizle konuşmaya başladı. Hayattan, oyundan, buradaki deneyimden filan bahsetti. Bizi arayacaklarını, X bir günde antrenmana başlayacağımızı bildirdi. Ama sonra telefonun başında, yüksek ihtimal Hakan Altun’dan bile önce, günlerce beklememe rağmen ses ya da seda çıkmadı. Travmalara doyulamıyor elbette, doyulur mu? Babamın aklına giremesem de annem ve bir taksicinin aklına girip tesisin yolunu tuttum. Çünkü beni nasıl seçmezler, değil mi?
Travmalardan travma beğen: Trafikte kırmızı ışık yandı. Bir araba geliyor, sürücüsü erkek, büyük ihtimal arkadakinin babası. Çift şeritli yol. Tam tersimizde duruyor, kim dersiniz? Evet, bildiniz, Caner. İki arada bir derede bana sizin antrenmanlarınız başlamadı mı, bizim ikinci haftamız, yeni bitti dönüyoruz gibili bir şeyler geveleyiverdi. Ağlamaklı bir şekilde salonda o dönemki koç Oğuz lavuğunu, yaşlısını buldum. Beni yine geçiştirecekti ki, imalardan anlamadığımı anlamış olacak, sonunda ağzından baklayı çıkardı: Sen seçilemedin, 15 kişiyle ilerleyeceğiz, şimdilik! Şimdilikmiş, kıçımın kenarı Oğuz götoğlanı seni!
*
Yani, sizin anlayacağınız okurcuğum, iş görüşmelerinde onlarca kez karşılaşacağım biz sizi daha sonra ararızı kanlı canlı 12 yaşında test etmiş, onaylamış, sindirmiş, herkese küsmüştüm. Bir tek basketbola küsmemiştim. Herhalde evde olmamam annemlerin de işine gelmiş olacak ki beni başka bir spor okuluna yazdırdılar. Belki de, başarısız olacağımı aman neyse herkes de başarılı olmak zorunda değili, spor yapsın en azındanı o zamanlar kendilerine işlemeye başlamışlardı. Ben de hafiften kendimi buna hazırlıyordum bir yandan açıkçası. Reddedilmiştim. İkinci kez, hem de aynı yerden. Tek çocukların reddedilmeyi hazmedilmesi çok sürer sayın okur, siz de bilirsiniz. Neyse ben de artık annemler gibi bakmaya başlamıştım, eksik bağlanmalı, kendini korumalı, aman üzülmemeli bağlanma, sanki üzülsem göte dönüşecekmişim gibi. Üzül kardeşim, nedir yani böyle? Gel gör ki, bu defa da daha iyi oynamaya başlamıştım. NBA yıldızlarını izliyor, hem sokakta hem parkede onları taklit etmeye çabalıyordum. Yaz bitmeye yakınken o dönem sıklıkla yaptığımız gibi Bodrum’a gitmiştik. Ben de basketbola biraz ara veririm diyordum, ner’de…
Okula başladığımda, kamplarda iki seneye yakın oda arkadaşım olacağını hiçbir şekilde kestiremeyeceğim, takımımızın sempatik maskotu, pek de yetenekli olmayan arkadaşlarımdan Çağlar’ı B sınıfında buldum. Ben, C’deydim. Naber napıyorsun, basket oynayalım gel vesaireli konuşmalardan sonra bir gün tuvalette yan yana işerken hayatımı değiştirecek bir laf ediverdi piç: “Dün seçmelere niye gelmedin sen abi? Takım kuruldu!”
*
Travmalardan travma beğen. Başımdan aşağıya kaynar sular dökülmeye başladı, o günkü rengimi keşke görebilsem bir şekilde. (Eğer abartmak isteseydim, en iyi ressamların bile tutturmakta zorlanacağı mora çalan kırmızı olduğunu söylerdim rengimin.) Ailemle bir saadet yaşayalım temelli gittiğimiz bir haftalık tatil içinde takım kurulması, seçmelerin yapılması, hatta yetenek fakiri Çağlar’ın seçilmiş olması en güzel tatillerimden birinden nefret etmemi sağlamıştı bir süre. O hızlı hücumda olduğu gibi nasılsa bir ışık yandı, dedim, “Çağlar,” pipimi filan silkelemiş olmalıyım pisuvara, “ilk antrenman ne zaman?” Artık 12.5 yaşında kocaman adamdım. Bir kez daha aynı manzaraya katlansam, civarda bir silah olsa, oyunu tarayabilir, katliam yapabilirdim. Dedi, Y günü, Z saatte. Tamam.
O gün hiçbir şey olmamış gibi salona gittim. Annemlere ne yalan sıktığımı hatırlamıyorum, kesinlikle bir yalan sıkmıştım çünkü yine basketbol temelli bir şey olacağını bilseler belki de hayal kırıklığına uğramamam adına beni engellemeye çalışabilirlerdi. Soyundum, dökündüm, antrenmana katıldım. İyi de oynadım. Yine de bu durum, yani sanırım yalan durumu beni rahatsız ediyordu. Antrenman sonrasında koçun yanında soluğu aldım, “Erkan abi,” dedim, “şimdi takımı kesin kurduk mu?” Kurduk kurduk dedi, elindeki antetli kâğıda baktı. “İsmin neydi senin?” Dedim, “Tambourine, Martin Tambourine.” “Yazmamışız da,” dedi. Dedim, “Herhalde, bir karışıklık oldu, şu şu gün antrenman var demiştiniz, Celal abi de beni içeri aldı hemen zaten.” Kulübün sorumlusu gibi bir şeydi kendisi. “Evet, evet, herhalde öyle olmuş,” dedi. Bugün hâlâ yalanıma inanıp inanmadığını bilemiyorum. Sakince uzaklaştım.
Soyunma odasına giden uzuuuun koridorun yolunu tuttum. Erkekler soyunma odası salonun neredeyse öbür ucundaydı. O salonu hiçbir zaman bu kadar hızlı koştum mu anımsayamıyorum. İçeri girdiğimde herkes neredeyse giyinmişti. Henüz Tolga, Batu ve Tugay takımda yoktu. Kimse neden bu kadar hızlı koştuğumu, yahut soluk soluğa kaldığımı anlamış değildi. Seçildim, seçildim, seçildim! Seçildim ulan, ilk defa, zorlaya zorlaya hem de, ne bakıyorsunuz enayiler! Kendi şansımı kendim yaratmıştım. Belki de bu bir işaret olmalıydı fakat anlamamıştım işte. Çünkü çok mutluydum, çünkü çok küçüktüm. Çünkü bunların başka bir şeye yol açacağını bilemezdim. Lamı cimi yoktu, basketbolcu olacaktım. Şimdi bunca sene yaşamıma baktığımda hiç o kadar mutlu oldum mu anımsayamıyorum. 1 sene sonra bizim takıma giren Caner’in ise ancak yedeğimin yedeği olabilmesi gururumu müthiş okşamıştı. Hey gidi yetenek fakiri Oğuz koç hey!
*
Takıma girmem bile bir yalan üzerine kurulmuştu ama bu yalanı sürdürmekte, ve bu yalana ötekileri de ortak etmekte, ve bu cihandaki bütün herkesi bu yalana inandırmakta kararlıydım. Daha sonra bu durumun ileride yaşayacağım her türlü ilişkimi zedeleyeceğinden, yolumu kaybetmemi sağlayacağından, ve hatta bu siktimin labirentinden de bir gün çıkıp çıkamayacağımı hemen her an düşüneceğimden habersizdim. Şimdilerde yaşadığım depresyona kadir olacağına dair ise kati surette fikrim olamazdı zaten. Bütün bunları bilmiyordum ama diğerlerini outsmart ettiğim için mutluydum. Yalan?
Bir şarkıyla bitirelim, bana göre en mitomani şarkılardan biriyle. Şarkıda der ki,
“Alıştım sanki yanlızlığa,
Alıştım senin yokluğuna,
Alıştım ben gülüm
Sakın ağlama.”
Aslında dediği ise,
“Yalnızlığa asla alışamadım,
Seni köpek gibi özlüyorum
Alışamadım bir tanem/ay çöreğim/turuncu gülüm
Ağla geber inşallah sen de.”
3 thoughts on “Ruh Çözümlemesine Giriş – I – Mitomanim yahut yalan patolojimin başlangıç noktası”