Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

Aşk Hakkında #1 – Sonsuzluk ve Bir Gün veya Anna’nın Mektubu

Aşk hakkında hepimiz konuşuruz ve çoğunluğumuz da aşkı sever (hem aşkı hem de aşk hakkında konuşmayı sevenler de pek tabii ki mevcuttur), peki ya bitmeyen aşkı? Bir türlü içinden atılamayan aşkı? Hepimiz sever miyiz, hepimiz ondan konuşuruz ama gerçekten sever miyiz? Düşününce, “sonsuza dek” sürecek olan aşk hepimizin düşlediği ve kimimizin çoktan milyonlarca kez sözünü bile verdiği, çocukken türlü masallarla zihnimize kazınan, hayallenen, beklenen, özlenen, hissedilmek istenen -biraz kaba tabirle- bir formdur. Aşk, size daha ömrünüzün başında sunulur ve siz de ona uygun olarak -tam da böyle olmaması gerekirken- aşkı ararsınız. Sunulan aşk ile çevrenizde olan-biten aşklar (ana-babaların veya akraba ve arkadaşların) ise çatışmayı yaratanlardır. Tüm bunlara rağmen hayatınızın ilk aşkına dek (ki bu da bir başka sanrıdır, ilk aşk olan umumiyetle “ilk” değildir, ondan sonrasında gelecek olanlardan biridir) size o öyküleri anlatılmış olanları arar-durursunuz. Bu elbette bir yanılgıdır. (Yanılgı mıdır?) Bazen bulduğunuzu sanır, hemen ardı arkası kesilmeyen büyük yeminler etmeye başlarsınız o sanrı içinde ve gün gelir ayılıp-ayrılırdığınızda o yeminlere ne olur?

Bekleyelim.

Şiirde de geçen giden mi-kalan mı terk edendir sorunsalı gibidir tam da ilişki içinde kurtarılmayı ve saygıyı hak eden aşk. Kalmak kolaydır. Tüm çilelere rağmen kolaydır. Çünkü aksiyonu gerçekleştirmez, dahası bir aksiyon gerektirmez. Hep pasiftir. Ama dipsiz bir kuyuya, o karanlık boşluğa görünmez bir el tarafından çekilirken, ölürken kalmak kolay mıdır? Kalınca yapılacak olan eziyet evla mıdır? Bir ayrılıkta, nedense terk edilen taraf hep rahattır, hep narsisttir; geri dönene kolayca burun kıvırabilme cürretini cebinde taşır. Çünkü âşık olunan narsistin egosu zedelenmiştir; çünkü gözü dönmüş narsist gidenin ondan dahabilmemneolan başkaları için gittiğini sanır. Bebekken anlatılan aşk öyküsünden fazlasıyla etkilenmiş bu arzu nesnesi, gideni suçlamaya ve kendi zedelenen egosunu da düzeltme uğraşına girişir. Lakin her daim başkaları için gitmez âşık, hatta çoğu zaman gitmez eğer hâlâ âşıksa. Giden âşık, kendini bulmak, aşığında onulmaz yaralar açmamak, onu da kendi gibi öldürmemek için gider. Sonsuzluk için gider. Sonsuzluk ve bir gün için gider. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi arzu elde edildiğinde kaybolandır. Sonsuz olması için bir şeyin, bu meselede âşığın, mutlak surette önce kendisini bulması, ve unutulan benliğini var etmesi lazım gelir.

Ama bütün bu bebeklikten enjekte edilen sonsuza dek palavralarını dile getirirken âşık olduğunuzun artık size aşık olmama ihtimalini, ya da aşığınızın bir gün ölebileceğini yahut sizin sonsuzluğunuzun kısa süre içinde bitebileceğini veveya sizin sonsuzluğunuz ile âşık olduğunuz bireyin sonsuzluğunun bir kesişim kümesi olamayabileceğini de kesinlikle düşünmeyiz. Tüm bunları düşünen (daha doğrusu düşünmeyen) içinse âşık olma ve âşık kalma artık imkansız kalır.

Kendi adıma birazdan paylaşacağım şu ’98 yapımı filmin (Mia aioniotita kai mia mera) bütün şiirselliği ile (Evet, kimilerine göre bu film, bir film olarak sıkıcıdır, ama zaten de film değildir bu, bir şiirdir. Ve bazen fotoğraf ve zaman zaman da müziktir.) yazılan ve filmin tamamına yedirilen şu mektup, belki de onca tanımlamaya çalıştığımız ya da neyin olamayacağını tanımladığımız aşk’ın kelimelere dökülmüş hâlidir. Tamamını doğru bir şekilde hiçbir yerde bulamadığım için buraya koyuyorum. Ve aslında bu da demek oluyor ki ben bunları en çok kendime yazıyorum. Sizler benim iç hesaplaşmalarıma rastlantısal biçimde denk gelmiş kişilersiniz. Aşk gibi.

Efem önceden uyaralım, bundan sonrası sizi depresyona sokabilir çünkü biz şanssızlar asla şu aşağıda yazılan gibi bir aşkı hissedemeyecek veya hissettiremeyecek olan, yahut böyle bir şeyi kaleme alabilecek yetenekte olmayanlarız. (Okuyup bir de bunun için bunalıma girmeyin yani.)

Ve yazıyı da Alexandre’ın annesine sorduğu şu soru ile bitirmekte bir beis göremiyorum:
                                       


                       “İnsan neden bilmez nasıl seveceğini?”

 

“20 Eylül 1999.
Uyandığımda, sen hâlâ uyumaktaydın.
Nefes alıp verişini seyrettim.
Rüya mı görüyordun, Alexandre?
Beni arıyormuş gibi elinle hafifçe yokladın.
Göz kapakların kıpırdadı, sonra yine uykuya daldın.
Gözlerinin arasından bir damla yaş geldi.
Yuvarlandı, yolculuğa çıktı.
Yan tarafta, bebekten ufak bir inilti yükseldi.
Kapı gıcırdadı.
Verandaya çıktım…
Ve ağladım.
O anın hiç bitmemesini
istemiştim!
Uçmasını engellemek için
bir kelebeği iğnelemek ister gibi!Denize karşı yazıyorum sana,
hareketsiz, afallamış…
Ev, sıcak süt ve yaş yasemin kokuyor.
Sana yazıyorum,
Seninle konuşuyorum…
Böylece kendimi sana yakın hissediyorum…
Tehdit edilmiş hisseden ve direnen sana.
Senin yaşamını tehdit ettiğime gerçekten
inanıyor musun, Alexandre?
Oysa, yalnızca âşık bir kadınım ben

Gece sana baktım.
Uyuyor muydun, yoksa sessizce
uzanıyor muydun bilmeden.
Düşünebileceklerinden korkuyordum…
Sessiz dünyana nüfuz ederek seni ürkütmekten de.
Sonra, bedenimin konuşmasına izin verdim.
-iyi bildiğim tek lisan-

Çünkü ancak o zaman tehdit edilmiş hissetmiyorsun
Yalnızca âşık bir kadınım ben Alexandre.
Kumlarda çırılçıplak yürüdüm.
Rüzgar esti…
Bir tekne geçti.
Sen, uyandıramayacağım kadar uzaktaydın.
Üzerimde hala sıcaklığını hissedebiliyordum
Beni hayal ettiğini hayal etmeye cesaret edemiyordum.
Ah! Alexandre…
Bir an için bile olsa inanabilsem buna
Koyvererek kendimi
koca bir çığlık oluverirdim.Bir kitap ile diğerinin arasından seni,
kaçırmaya çalışıyorum.
Hayatın yakınımızda geçiyor,
kızınla benim.
Yakınımızda…
Ama asla ‘bizimle’ değil.
O zaman anlıyorum işte, bir gün gideceğini.
Gözlerinde uzak rüzgarlar esiyor.
Ama bugün,
bugünü ver bana…
Sanki son günmüş gibi.
Bugünü bana ver!

Uzaklara, uzaklara, açık denizlere…
ada turların.
Balkonda unutulmuş gömleklerinden biri
rüzgârda dalgalanıyor.
Bir odanın gölgesine sığınmışsın…
Gecenin sesleriyle yağmalanmış…
Gözlerim kapalı sana bakıyorum.
Kulaklarım mühürlü seni dinliyorum.
Ağzım yok ama sana yalvarıyorum.

Denize karşı yazıyorum sana,
Sessiz ve sakin.
Sana yazıyorum,
seninle konuşuyorum.
Bu mektup sana ulaştığında bugünü hatırlamak istersen
Unutma
Ona gözlerim değdi
Ona ellerim dokundu
Burada seni bekliyorum,
titreyerek.
Bugünü ver bana.”

, , , , ,

8 responses to “Aşk Hakkında #1 – Sonsuzluk ve Bir Gün veya Anna’nın Mektubu”

  1. Adsız Avatar
    Adsız

    "Giden âşık, kendini bulmak, aşığında onulmaz yaralar açmamak, onu da kendi gibi öldürmemek için gider. Sonsuzluk için gider."

    Sizce de fazla iyimser yahut giden aşığın kendini kandırdığı bir "şey" değil mi? Daha yukarıda bahsettiğiniz bize işlenmiş, aşk ile ilgili durumlardan biri olan sadece kurgulanmış ve bir şekilde yaşanınca ona iliştirilmiş kalıp yaşanmışlıklardan biri değil mi? Ya da ben öyle olduğunu umuyorum. Bilemedim.

    Bir de terkedilenin narsistçe yaşadığı ego zedelenmesi durumu, hangi terkedilen bu girdap içine düşmemiştir ki. Ama bu varsayımları hep bir aşığın karşısındakini daha fazla sevmesine odaklı kuruyoruz. Sanki terkedilen hiç aşık olmamış da, bir çocuk gibi en sevdiği oyuncağının başka birinin elinde ona haz veren bir şeye dönüşünce yaşadığı içgüdüsel bir saçmalığa çeviriyoruz.

    Aşk şu anda rastlantı sonucu sizin kelimelerinizi okuyup buraya içimi dökmem gibi(Galiba yazının en içime dokunan kısmı burası). O yüzden sadece söyleyeceğim her şeyin hesaplı ve kurgulu olduğu ve bizim yapılan her harekete ve değişime yükleyeceğimiz anlamların olduğu şey aşk değil. Aşk bizim yaratabileceğimiz bir şey bile değil. O yüzden ne aşık için ne de terkedilen için yorum yapmamak şu hayatın bana öğrettiği en yerinde şey.

    Sevgiler…

  2. buster Avatar

    İkincisinde de terk edileni işleyeceğiz efem, sıra sıra bu işler hahah.

    Bu yazıyı filmden sonra yazdım, filmi izlerseniz belki daha iyi bir çıkarım olabilir. (Ama dediğim gibi ben tavsiye etmemişim var sayın sonra durduk yere bana sövülmesini istemem.) He "ama sizin cümleleriniz genel" derseniz, eh, ben biraz böyle konuşurum yazarken.

    Dünyada çeşit çeşit sevme biçimleri var, bu yazıda terk edenin artık kendi olamayacağı için, kendi olamayacağı için de mutluluk veremeyeceği, e en mutlu etmek istediğine mutluluk veremeyecek bireyin bu sefer aşkı da bitireceğinden bahseder.

    Bu arada ben de -hatta burada da vardır illaki- eskiden azılı bir terk eden suçlayıcısı, bunları "palavra" bulanlardan idim; illaki yazmışımdır bir yerlere. Ama eğer aşk varsa bu kesinlikle seven sayesinde oluyor, ikisi de aynı anda aşık genelde olmuyor bu insanların, biri ötekine daha düşkün oluyor elbette, bahsettiğimiz bu. Mektupta da yazılan "bizim yanımızda olan ama asla bizimle olmayan"lardan bahsediliyor. Biri bir yakınını kaybettiğinde bile onu hoş göremeyenlerden, tamimiyle açıkça yaşadığı sorunları ortaya döktüğünde toplamaya yardım bile etmeyenlerden, "bırak dağınık kalsın" sığlığında yaklaşanlardan bahsediyor. Yoksa âşık olmayan, sadece bir ilişki içinde sıkılan, bunalan, değişiklik isteyen (buna bitiyorum), sorunsuz ve pürüzsüz bir aşk arayanlardan söz etmiyoruz. Bunların terk etmesi olağan, ve bunları suçlamak da. Mesele gerçek bir âşığın terk etmesi, hem neden terk edilen suçlamaz ki hiç kendini? Neyse, bu da Üçüncü yazı olsun bari hehe.

  3. Adsız Avatar
    Adsız

    Takip edeceğim yazdıklarınıza, ama pek anlaşılamamışım. Bunu da bu yorumu anlamadığım için dedim. Belki ben anlatamamışımdır kendimi.

    Bahsettiğiniz aşk bir karşılık bekleyen türden. Peki öyle mi olmalı? Bir suçlu mu olmalı, bence böyle bir arayış saçma olur. Aşık da terkedilen de kendi yaşadıklarından, kendi aşk seviyelerinden sorumlu. Birini kaybettiğinizde karşınızdaki size herkesten farklı destek sağlamaması bir eksi değil. Bizim karşımızdakine yüklediğimiz şeyleri sevmemiz de aşk değil. Tabi bunlar benim düşüncelerim. Yanılıyor olabilir miyim bittabi olabilirim.

    Siz böyle içten yazın, bizde saçmalıkların dolup taştığı bu dübyamızda biraz da olsa insanca şeyleri hissedelim. 🙂

  4. buster Avatar

    Hahaha, çok teşekkürler ince yorumlarınız için.

    Ben de yanlış anlaşıldım sanırım, bu bir önceki yorumda verilen örnekler, “bu böyle olmalı” değil, “böyle de olabilir” yorumları. Yoksa insan denen mefhumdan bir beklentimiz yok elbette.

    Karşılıklı aşktan da bahsetmiyorum, sadece bir seven var ve bir ne olduğu bilinmeyen. Burada, sevenin-sevdiğini -bu buzluk suratlıyı- artık kendi de biterken, salt sevgisinden ötürü çekip gitmesi konu ediliyor. Yoksa pekala düşerken onu da çekebilirdi, ama burada sevilen devreye giriyor. Aşık mı bilemeyiz, anlıyor musun? Sadece sevildiğinden ötürü şımarık diyebiliriz, egosu şişkin diyebiliriz, ya da olsun olsun zaten iyi biri ise de sadece o kadar diyebiliriz, yani iyi. Biz aşıklar, aşık olduğumuz hakkında bir şey bilemeyiz, isteyemeyiz, zaten de bilmemeliyiz, istememeliyiz. Sadece sevebiliriz. Ki dediğim gibi, burada aşık kendini düşünüyor, kendi kötü iken onu da iyi edemeyeceğini, hadi iyi etmeyi bırak olduğu gibi kaldıramayabileceğini düşünüyor, en sonunda da onu daha da kötü etmemek için gidiyor. Ama iş gittikten sonra başlıyor işte, ya hırs meselesi haline gelip ego çatışmasına dönüşüyor ya da aşığını geri istiyor sevilen. Her iki durumda da narsistik bir durum söz konusu. Çünkü aşığa sadece aşık olma görevi veriliyor, tanrı inancı gibi. Sev, sorgulama, kabul et. Bağışlanmayı bekle. Belki de sorun bu benzerlikten ortaya çıkıyordur kim bilir.

  5. drifter Avatar

    Ah ne güzel filmmiş ben nasıl kaçırmışım bunu. Yaşa sen! sırf ufaklığın sarı montu icin ölünür bitilir. Eleni Karaindrou’nun piyanosuyla ilk sahneden büyülüyor;
    sonra o sahne geliyor; ayna sahnesi… lokantadaki… sinematografik açıdan büyüleyici bir sahne; müthiş keyiflendirdi beni. sonrasında öyle bakmayı öğrenerek bazı sahnelerde yağlıboya tablolar gördüm. Çok sevdim.

    adsız okurunla sonsuz aşk; giden; kalan; ölen mevzularında yormalaşmalarınızı da okudum;

    bense otobüs sahnesindeki şairin dediklerine katılacağım müsadenizle:

    Şafak üzerine çiğ düşmüş son yıldız
    doğacak parlak güneşin habercisi
    ne sis ne gölge bozmaya cesaret edemez
    bu bulutsuz gökyüzünün mükemmelliğini
    hafif bir rüzgarın tatlı tatlı estiği
    aşağı doğru yüzleri okşayan
    kalbin oyuklarına fısıldar gibi
    Hayat tatlı
    ve…
    Hayat tatlı

  6. buster Avatar

    O ayna, kendini bulma sahneleri içinde en iyilerinden biri kesinlikle, ben de biraz bayılmıştım itiraf etmek gerekirse. Şiirin geçtiği otobüs sahnesine de öyle, hatta belki ona daha çok; bana Edip Cansever'in Masa Da Masaymış Ha şiirini anımsatıyor o sahnenin tamamı, ne kadar aşırıyoruma giriyor bilemiyorum. Ve biraz da üzülüyorum yani, ben ne zaman böyle inanılmaz işler yapacağım diye, ya da ne zaman yapamayacağımı kabulleneceğim. Neyse. Fotoğraf, şiir, müzik demişiz ama aslında resim dememişiz ki kesinlikle resim de olabilirdi fotoğraf yerine bu film.

    Şairin aslında "şair" olan ve bunca umutsuz yaşamına rağmen bastırdıklarını o bitiremediği şiirini yazabilmesi, tam da en sona gelmişken…

    Ya da benim içim kararmış vre drifter hahaha

  7. Adsız Avatar
    Adsız

    Bu yazınızı okuduktan sonra başlıklara göre rasgele eski bir yazıyı daha açtım. Etiketlerinde #ask yazıyordu,baska neler yazılmış askla ilgili diye tıkladım ve toplam 3 metin çıktı. Biri benim okuduğum, biri onca yazı içinden rasgele seçtiğim ve diğeri henüz okumadığım. O kadar paylaşım içinde aşk konulu olanı bulmam tesadüf mü? =)

  8. buster Avatar

    Hahaha valla bilemiyorum, aslında yazılanların, yazıların, hayatın kendisinin, ve hayatın dışındakilerin, kısacası hemen her şeyin aşk ile ilintisi var, ben neden sadece o üçüne etiket koymuşum bilmiyorum, belki ötekilere koymayı unuttuğumdan, ya da salt aşk hakkında olmadıklarından bilemiyorum ama değişik bir tesadüf olmuş. Belki de tesadüf değildir ne bileyim fsgdfdsdsf böyle şeyler sorulunca çok zorlanıyorum aslında soru olmasa da.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »