Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

Kronik Tatminsizlik Selamı

Yeni bir şeyler karalama zamanı.

Eğer hayattan bir şey isteyebilseydim, o da bir şeye, bir şeylere kıymet verme ihtimalimin artmasını istemek olurdu. Kıymet vermemin artması demiyorum dikkat.

Ne zaman bundan, çok değil, yirmi-otuz sene önceye ait bir film izlesem, bir şey okusam, düşünsem, o zamanın zevklerinin insana yetinme duygusu verdiğini, bir şeylerin değerinin bilinmesinin en son o zamanlarda göründüğünü düşünürüm. Size asla sığ bir şekilde “internet öcüdür, teknoloji berbat” gibi şeyler zırvalamayacağım (çünkü öyle değil, hatta çeşitli açılardan mükemmel bile)  ya da çok bilinen o İngiliz dizisindeki gibi, nereye gidiyoruz muhabbeti de yapmayacağım. Sadece en temel duygumun, belki de duygumuzun, nasıl internet sayesinde (yüzünden?) köreltildiğine dokunmak istiyorum.

En son bir arkadaşımdan da onun kıymet verdiği şeylere kıymet vermediğime dair bir azar da yedim. Çok değil, birkaç ay önce; o günden beri aslında içimde ukde. Ama yine aslında, hepsi domino işte, ne zaman başladı anlatmaya çalışayım: Yükseklisans için birtakım testlere girmek zorundaydım, ve bilgisayar karşısındaki ilk sınavımdı. O anda tam olarak neler hissettiğimi anlatamayacağım belki ama şöyle ifade edebilirim sanırım, kalemi dişlemenin ne kadar mühim bir şey olduğunu hiç düşündün mü çok sevgili okur? Ya silgi kullanabilmenin düşsel bir şey olduğunu, hele hele kıyısına köşesine ufak notlar alamamanın sınav kâğıdına, hatta “sınav kâğıdı” diye bir şey olmadığının ayırdına sınav sırasında varmanın iç burkucu hâli nicedir biliyor musun? Yetmedi, yeter mi hiç, sürekli saniyelerin beni oradan oraya yönlendirmesine göz yummak, hiçbir şekilde özgür irademin olmadığı, istediğim soruda istediğim kadar düşünemediğim, sürekli saati gösteren, basit bir “15 dakikanız kaldı”dan sonra “hiiiih”lemeyen öğrencileri duymak, üç tane kamera ile gözetlenmek, sesimin kaydedilmesi ve aslında sonuç olarak hiçbir şekilde somut bir şeyin olmaması ürkünçtü, ürkünç. En son, ekrana dokunmak istedim, hani en azından akıllı telefonlardan alıştığımız şekilde, bir şeylere “dokunmak” hani anladın mı, o bile yoktu. Ben dokunmayı kaybetmiştim. Ben en çok dokunmayı ve dokunulmayı severken onu da yitirmiştim sınavda. Hani kitap kokusu filan deriz ya e-kitap kavgasında bildiğimiz kitapla… Aslında kitap kokusu bile değişti, şimdiki kitaplar da eskisi gibi kokmuyor, belki dikkatinizi çekmiştir; ondan da daha fecisi, burada ben koku bile almak istemiyorum, ben dokunmak, dokunulmak istiyorum. Ben insan olduğumu hissetmek istiyorum. Elbette benim bu sınavlara gireceğim yaşım geçti, ama tablet jenerasyonu için biraz üzüldüm ve bir şeyler yapmak istedim ve yapamayacağımın farkına vardım ve işte oturdum bunları yazıyorum. Beni o kadar yordu ki kalemsiz sınav, ekranlı sınav, bir nebze anlatabildim mi onu bile bilmiyorum. Sadece üzülebilirim bundan sonrası için.

Yahut, şimdilerde İngilizce öğretmenliği yapıyorum oradan oraya gidiyorum. Arkadaşımın biri webcam’den de ders verebilceğimi söyledi, yani bilmediğimden değil de iş olsun, yardımcılık diye. O kadar korkunç geldi ki kulağıma. Bir ekrana bakarak ders anlatma, ama geri dönüşünü alamama, alsan da o havayı soluyamama. Sürekli yazdığım “hahaha”ları bile insanlar gerçekten gülüyorum diye yazıyorum sanıyor, aslında içinde bulunduğumuz durum o kadar komik ki gülmeden alamıyorum kendimi. Bir sistem üzerinden şakalaşıyoruz, ders anlatıyoruz, dert yanıyoruz ve ağlıyoruz ama aslında çok da ağlayamıyoruz çünkü gerçeklikle çevrili yaşadığımız şey, ve sanal olana o kadar muhtaç oluyoruz ki bir süre sonra, sosyal medya bir şekilde bağımlılık haline geliyor. Çünkü yalnızlığını “sözüm ona” alıyor.

Yani ben bir araya gelinip okuma günü yapılan o eski kitapçı günleri özlüyorum, anlıyor musunuz? Kahve içerken başka şeyleri de gözleyebileceğim günleri, kahveyi yapanı tanıdığım, kahvesini sevdiğimi. Taksim’de görmeyenlere gidip, hiçbir şey beklemeden kitap okuduğum günleri…. “Sesli-Kitap” sayesinde (yüzünden?) başka insanlara ihtiyacı kalmadı kimsenin, oysa ne de çok isterdim bana ihtiyaç olunmasını yeniden. Hiç evden çıkmamak, izlediğin diziyi bir hafta içinde bitirmek ve yenisine ara vermeden geçmek, etkilenememek, günde birçok film izlemek, ya da sesli kitap dinlemek vesaire vesaire. Peki, bu acele neden? Nereye yetişmeye çalışıyoruz anlamıyorum, hayır ben de yapıyorum; ama anlayamıyorum. Bu işte “kronik tatminsizlik” dediğimiz noktaya çıkıyor. Buradan Woody Allen’a ve aslında Vicky Cristina Barcelona’ya da bir kez daha selam çakalım.

Anlattığımız hayatların, özlediğimiz yaşamın hep eskide olması da bu yüzden. Çünkü biz insanlar olarak hazır değiliz, biz, bizler, bir yerde, bir limanda dingince yaşamak istiyoruz, değişmek ve değiştirmek ve değiştirilmek ve değiştirtmek istemiyoruz. Sevdiğimiz eski Türk dizilerini düşünün. Ne bileyim işte, Süper Baba, İkinci Bahar, Avrupa Yakası, Bizimkiler vs. neyi seviyorsan artık. Hep eskiden çekilmiş olması sadece bir rastlantı olabilir mi? Peki burada ne vardı sevgili okur, çok mu deli senaryolardı, çok daha mı yetenekli oyuncular veya teknoloji yardımı vardı, biz hiç mi bir şey bilmiyorduk neyin kötü neyin iyi olduğu hakkında? Hiçbiri. Aslında belki çekim teknikleri bile sıradandı, görüntüler 4k değildi, ne bileyim şimdiki Netflix kafasıyla bütün bir sezona bir günde sahip olamıyor, iki günde tüketemiyor, bir senenin çabucak geçmesini beklemiyorduk, ama bir şey vardı işte. Samimiyet demeyeceğim, sevmiyorum bu kelimeyi nedense, ama bir duygu, işini sevenlerin yaptığı, işini gerçekten seven insanlarla çalışıldığı için, sadece “iş” olarak görülmediği için ortaya çıkan, işi bilenlerin biraz da hakkının verildiği, aslında televizyonda her hafta görünmenin bir “şey” olduğu için gözlemlenen bir duygu yoğunluğu. İşte bunu kaybettik sevgili okur. En azından kendi adıma ben kaybettim. Şimdi yeterince saçmalarsan youtube’da kanalını takip ederler ve seni televizyonun bile yapamayacağı şekilde ünlü-tanınır yapabilirler; dahası yeterince azimliysen kendinden bir sosyal medya fenomeni bile yaratabilirsin.

Neyse, ben değilim diyordum, çünkü ben, başladığım diziyi en kısa sürede bitiren, günde birden çok film seyreden, bir albümü dinlemeyen içinden-sevdiklerimi ilk dinleyişte seçenim artık. Artık. Bu da ilginç mesela. Plak teknolojisinin yararları da budur sevgili okur. Albüm dinlemek, bir şarkıcıyı değil. Kaset de sarmak için zordu, plaktan sonra kasetle de çok albüm dinlendi, ama artık cd’ye geçtiğimizde iş işten çoktan geçmişti. Eskiden insanlar, hangi şarkının hangi albümde olduğunu dahi bilirlerdi. Şimdi “Sezen Aksu” yazıyorsun ve sana en çok çalınanından-en azına doğru bir liste getiriyor. Ya da oynak şarkılarından, duygusalına ayrı liste; ama işte bazı unutulmuş şarkıları, hep es geçiliyor çünkü bir şekilde dikkat çekmemiş, çekememiş. Yani ne yapsın o şarkı şimdi, üzülmesin mi? Zamanının ötesiymiş, o anda o hisler yokmuş, ya da kötüymüş çoğuna göre ama belki bana göre iyi. İşte tüm bu sistemden ötürü o şarkıyı bile dinleyemiyorum ben; halbuki bence en az o popülerler kadar güzel. Bu şarkıları da kim biliyor biliyor musun? Elbette albüm dinleyenler. Albüm dinlemeyen, o albümü oluşturan biricikliğin de farkına varamaz, temanın da. Örneğin ben, Sezen Aksu seven ben, yeni albümünü kaç kere dinledim dersiniz, daha yeni çıktı, hani yıllar sonra. Bir. Hatta bir kere bile tamamını kafamı vererek dinlediğimden emin değilim. Çünkü o sırada çok değerli zamanımı bir başka arkadaşa laf yetiştirerek yahut aynı anda bir şeyler okuyarak ya da yazarak geçiriyorum. Ve hatta dayanamıyor, sıkılıyor, kapatıyorum, “A şurada güzel bir şey mi var,” diyorum, başka bir sekmede başka şeylerle uğraşıyorken, hepsi bu. Çünkü eğer orada minik bir şey varsa listeme ekleyebilirim ve sonra gene dinleyebilirim, bu şansı ona lutfedebilirim yani. Anlıyor musun? Bu, Sezen Aksu’nun, gittikçe kötüleşmesiyle de alakalı değil; o sadece bir örnek benim -sevdiğim- için, bu çağdaki, bu çağda yaşayan en azından bir kişinin, yani kendimin haykırışı. Ben hiçbir şeye artık bayılamıyorum. Bu çok hüzünlü sevgili okur, çok feci bir şey. Sadece interneti sorumlu tutmak da istemiyorum ama başka da neden bulamıyorum.

Çünkü ben iki kuşağın arasında kalmış bir nesli temsil ediyorum. Gazetenin küçük yerlerine kadar da okudum, dergilerden spor, sanat, müzik de takip ettim, ansiklopedi de karıştırdım, kaset de kiraladım, korsan CD’cilerde de sabahladım, sabah kalkıp çizgi film, Barış Manço (bugün ölüm yıl dönümü nur içinde yatsın, bizim evde feci bir hüzün hâkimdi yine) da izledim, televizyondan İngilizce de öğrenmeye çalıştım, kağıt bebekler de kestim, kuponlarla bir şeyler de aldım, Şehnaz Tango’ya da baktım, öpüşme sahnelerinde de utandım, gece korkudan altıma da yaptım, etiketleri albüme de yapıştırdım, 3210 grisine de bittim, Opel Tigra’yı, gözlü Mazda’yı da sevdim, şiirler, kokulu mektuplar da aldım, hatıra defterine yazılar da yazdım, hatta sevdiğim müzik türlerine “gerçekten” sevdiklerimi yazmaktan utandığımdan yalanlar atıp, bir önceki sayfadan kopyalar da çektim, internetsiz de yıllarca yaşadım, hem de tam manasıyla YILLARCA, akıllı telefonsuz da yaşadım… Bütün bunlar, yeniden sevebileyim, sevmelerimin yeniden hakkını verebileyim diyeydi. Yıllarca direndim. Ama olmadı. İnternetten maket evler sipariş ettim, yaparken heyecan duymadım, eski oyuncaklarımın koleksiyonunu yaptım, aldığımda olay bitti. Oyalandım sadece. Şurada bahsettiklerimi de buldum, bazılarını yani, ama hâlâ bir şeyler geçmedi ve değişmedi. Nedir nedeni?

Soruyorum sana ey okur, buraya kadar dayandıysan, haftada bir defa film kiralayıp, bu filme dokunabilen, öpebilen, tüplü televizyon karşısında başka hiçbir şeye dikkat kesilmeden izleyebilen, ağlayan, unutamayan, seven-sevinenle; artık neredeyse yanındaymış gibi yakın ve her çizgisini görebileceğin oyunculara sahip, müthiş bir ses sistemi olan, inanılmaz çekilmiş dizi ve filmleri, hemen ve her an tüketebileceğini bilen, ve bir heyecan duymayan, sadece “genel-kültür” için izleyen, hatta bunları yaparken telefonuyla oynayan bir olabilir mi, hissedilenler ya? Bir plağı alan, onları alfabetik sıraya göre dizen, yapımcısına kadar bilen, çalmadan önce her defa, aksatmadan, inatla silen, dinlerken belki bir iki cigara tellendiren, belki içki içen, belki onunla konuşan, onunla konuşurken çiçeklerini sulayanla, liste çocuğu bir olur mu? Telefondan sevişecek insan bulabilenle, bunun için kendini tonlarca kez rezil etmiş kişinin bu yola giderkenki çektikleri, sevişecek kişiyi bulunca ona duyguduğu en azından saygı ötekiyle bir olabilir mi? Seveninin peşinden koşanla, pikniğe gidenle, dizi dizine değse heyecanlananla, onu Instagram katalogundan beğenip, bir olan, bir olur mu peki? Belki bu geçmişte kalanlar, bizim izlediğimiz, okuduğumuz ya da dinlediğimiz kaliteli şeylere ulaşamadı, belki bizim kadar çok sevişemediler, ellerini sallasa ellisi durumunda bulunamadılar; belki imkân yoktu, belki başka bir şey. Ama biz gerçekten biz miyiz, ulaşabildiklerimizin kıymetini bilebiliyor muyuz ya da bunları tüketebilmek için kaç saat gerekli? “Öteki var, bu olmadı” demek için kaç beden eskimeli, kaç kere ölmeli, kaç kere aslında şaşırmalı bir diziye ama bu çok kısa sürmeli? Dünyada o kadar çok şey, hatta uzayda o kadar çok şey oluyor, ve biz o kadar çok şey biliyor ve o kadar çok şey bilmiyor, ve bilmediğimizi de o kadar çok biliyor, ve aslında önümüze o kadar çok şey geliyor, ve hepsine yetişebilmek için yine aslında hiçbirinin hakkını o kadar veremiyoruz ki, ve yinelene yinelene aslında mutluluğu bize vaat edilen sanal bir gerçekçilikte aramaya devam ediyoruz ki… Ne diyeyim, şikâyet de edemiyorum çünkü ben de böyleyim. Eskiden böyle olmadığımı ve olmayacağımı sandığım ateşli zamanlarım vardı ama ben de “aynı onlar gibi”yim. =)

En başa dönelim, ne isterdim aslında biliyor musun? Yıllar önce arkadaşımın babasının yaptığı gibi başka bir yere yerleşmek. O Alanya’ya yerleşmiş bundan 20 sene evvel, demiş çekemem kimsenin kahrını gidiyorum. Almış çekirdek ailesini, basıp gitmiş, başka bir yerde yuva kurmuş. Çocuklar biraz bunalıma girmiş ama alışmışlar bir şekilde. Şimdi diyorum, o güç olursa ben de çekip gideceğim küçük bir yere, köye filan değil yaşayamam büyük ihtimalle, ya da -mam demeyeyim de, zor yaşarım. İstanbul’dan küçük bir yere gitmek istiyorum, biraz kafamı dinlemek, biraz boyama bile yapıyorsam onun hakkını verebilmek, ona yoğunlaşmak, ona emek vermek, bir domatesi büyütmek, ellerinden su içmek istiyorum. İnsan olmanın özüne dönmeyi çok istiyorum. Ama bu imkânsız, zamanda geriye gitmeyi istiyorum o zaman. Mümkünse. Çok da değil, bir on beş yıl kâfi.

Bu yazının şarkısı da o çok bilinmeyen Sezen Aksu şarkılarından gelsin:

Sözüm ona sen böyle bir şey aradın” derken, burama ağlama geliyor. (Evet baştaki sözüm ona bu şarkı içindi, sizi gidi sizi =)

, , , , , ,

2 responses to “Kronik Tatminsizlik Selamı”

  1. Unknown Avatar

    Şimdi, günbatımı tadında bi' şehre gidiyorsun. Dilerim esintisi gözlerine sıcaklık verir.

  2. […] istiyorum. Yazdığım bir yazıda kendimi özlüyorum bazen de. Kokulardan bahsettiğim şu, şu ve şu yazılarda, bahsettiklerimi özlüyorum. Sevdiklerimin sevmediklerini özlüyorum. Hani […]

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »