Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

Türk Gençliğinin Godot’yu Beklemesinin Asıl Nedeni

Hey gidi eskinin buster’ı, şimdinin Martin’i bu nasıl başlık?!! Hiç de sevmediğim hitaplardan biridir genç, gençlik, gençler vb. Kendimi de katarak yaptığım bu garip tespitin nedenlerini ve buraya nasıl vardığımı anlatmak istiyorum. Bu sefer girişi uzun tutmadan doğrudan konumuza geçelim.

Sürekli ağlansam da birçok kişiden daha şanslı bir insanım. Benim ağlanmalarımın sebebi de şanssızlıklarımdan değil, ki şanssızlıklarım da yok değil, ama daha çok var oluş krizlerinden, ölüm korkusundan, insanlardan, hatta -Oğuz Atay’a da bir selam gönderelim- deliren eşyalardan ileri geliyor. Yoksa gerçek manada üst-orta seviyede bir hayat yaşıyorum bile diyebilirim. Üst de gerçi abartı oldu, orta, ama gerçek bir orta hayat. Ne yazık ki, bizim orta diye bildiklerimiz aslında kötü, kötü dediklerimiz de sefil bir hayat sürdürüyor ülkemizde. Her neyse, bu şanslarımdan biri de dünyanın birçok farklı ülkesinden insanla tanış olmamdan ileri geliyor. Hâlâ görüştüğüm iki ayrı grubum var diyebilirim. Bunların ilkinden (hatta oradaki tek kişiden) bahsedeceğim bugün, ikinci grup için biraz da sinsi ve entel diyebiliriz. (Bakalım bu laf anlatım bozukluğu olacak mı =P) 

İlk grup Koreli, Hollandalı ve Kolombiyalıdan oluşuyor. Bir de ben. Bunların içinde en iyi şartlarda olan elbette Hollandalı. En çok gezmiş, farklı yerlerde yaşamış, farklı diller öğrenmiş, uzuuuun süreli sevgilisi olan, hayatı hep bir şekilde planlı programlı ilerlemiş, büyük şoklar yaşamamış ama en bir şeyler bilmeye meraklı olanı da o. (Belki de bu yüzden Türk, Kolombiyalı ve Koreli ile hâlâ görüşüyor.) 

Belki görmüş yahut duymuşsunuzdur: Hollandalı gençlerin birçoğu depresyonda ve tükenmişlik sendromu çekiyor. Şimdi bunun üzerine tam bir süzme zekâlı örneği gösterip, durumu sosyal medya ağzıyla eleştirmek ve bunun şakalarını yapmak çok basit, ki tivitin altında da kesin vardır; ben akıl sağlığım için bakmıyorum. Ancak asıl mesele bunun nedenlerini bilebilmekten geçiyor. Bu minvalde ben, Hollandalı arkadaşımı ele alacağım çünkü müzik zevkinin iyi ve başka kültürlere meraklı olması dışında Hollandalı genç stereotipine kendisi çok uygun ve yeni yeni bu bahsettiğimiz tükenmişlik sendromundan çıkmaya başlıyor.

Bu kızcağızın hayatı da, akranları ve kendinden sonraki kuşak gibi hep programlı bir şekilde ilerlemişti 2020’ye dek. Günümüzde çokça duyduğumuz bu “akışına bırak”çılığın, astroloji çılgınlığının dünyada tutmasının sebeplerinden biri de bu, artık planlanamayan bir dünyada oluşumuz. Yahut gönenç ülkedekilerin bunu uygulayamayışı. Biz Türkler kendimizi buna çok kaptırmayalım çünkü ZATEN bizim hayatımız hep bir belirsizlikle, hep bir akışına bırakmakla geçiyor. Ama Hollandalıların öyle değil: Nerede ne zamana kadar kalınacak belli, ne zaman “köy” terk edilecek belli, “gap year” yapacaklarsa ne zaman yapılacağı belli, hangi ülkede kaç sene yaşanacağı, ne zaman partneri ile yaşayamaya başlayabileceği belli, hatta tatil planları bile çok önceden belli, kuralları ve kısmen liyakatı ve devleti ve kralları olan, “belli” bir ülkede yaşıyorlar. Burada bir otorite ve hep söylediğimiz gibi baba figürü mevcut kısacası.

He, bu “baba” öteki babalardan daha esnek olabilir ama bu esneklik birbirinin aynılaşan sosyetesini de yaratmış durumda. İllaki otoriter olmasına gerek yok. Bu baba sayesinde gençler; saygılı saygısız, korkusuz korkak, asi sadık zıtlıklarını bir potada eritebiliyor. Örneğin, gece sapıtabilirsin, birçok ülkede yasak olan otları tüketebilir ve içkinin de dozunu kaçırabilirsin ama birine yaklaşırken hep mesafelisin, bilhassa kuzeyde biraz daha milliyetçi ve Almanlara karşı önyargılısın, ve devletin koyduğu kurallara sabah olunca muhakkak surette uyarsın. Partnerinle yaşayabilirsin, homoseksüellik sorun değildir ama “baba” parası yemeden bunları kendi başına halletmelisin. Bu basmakalıplıkta yaşayan ülke fertleri bir de krala sahiptir ki, bu da aslında hikâyenin twist’i yahut Dostoyevski’nin Batı Batı Dedikleri gibi bir şey oluyor. 

Ezcümle, başkente herhangi bir yerden tren ile 3-4 saatte gidebildiğin bir yerin dengesini şaşırtırsan; doğa ile iç içe yaşayan yerel halka sizin morunuz artık mor değil dersen, halihazırda gelgitleri olan ülke gençlerinin bir de “planlarını” elinden çalarsan elbette bu türden tükenmişliklerin yaşanması da kaçınılmaz olur. İspanya, İtalya ve Almanya’yı (bu ülkeler İkinci Dünya Savaşında da beraberlerdi burayı asla atlamayalım) çıkardığımızda kalan Avrupa ülkeleri de hemen hemen aynı şekilde idare edilmekte; Doğu Bloğu ülkelerinin otorite boşluğunu din ve eski sosyalistlikleri tamamlamakta. Şimdi bütün bu anlattıklarımız cebimizde şöyle bi’ dursun.

Ülkemiz ve dış politikadaki tutumumuza gelirsek, Türkiye’de ne kadar mülteci varsa Avrupa için de o kadar da tehdit vardır bakış açısı hiç de mantıksız değil. Sadece kovid ile birçok ülke delirme noktasına gelmiş, plansız kalmışken, sözgelimi Norveç’i çocuk doğurun reklamları kasıp kavuruyorsa, İsveç’te en çok öğrentilen yabancı dilin artık İsveççe olmaması isteniyorsa, bunun önüne geçebilecek tampon bölgedeki halkın refahı inanılmaz önem teşkil ediyor. Çünkü Avrupa ne yazık ki parçalanmanın ve İkinci Kavimler Göçü’nün eşiğinde. Türkiye ise İsveç değil. Yeni doğan çocukların sağlığından sosyal haklarına kadar her şeylerini karşılayabilecek lüksü yok. Yani aslında, Ortadoğu’ya karışmayarak yahut Türkiye’nin yanında saf tutmayarak bu ülkeler müthiş bir kumar oynamakta. Hatta oynadılar ve kaybettiler çünkü bugünkü Afgan göçü yalnızca Türkiye için değil, bütün Avrupa için tehdittir. Çünkü sen ne Amerika gibi başka kıtadasın ne de İngiltere gibi ada ülkesisin. Yani, burada patlayan o bomba var ya, asıl en çok Avrupa için tehdit. Çünkü ya kendi refahları için Polonya’nın yaptığı gibi mültecilerin donarak ölmesine göz yumacaklar ya da herkesin kendi “evinde” kalması için taşın altına hep birlikte ellerini koyacaklar. Öteki türlü, her ne kadar verdikleri rakam bize uçuk gelse de, Türkiye’yi tampon bölge olarak kullanma fikri artık çalışmayacaktır. Çünkü dünya çok daha küçük artık; bugün Çin’de başlayan salgın her yere yayılıyor, Afrika’da kuzeye gelmeye başlayan nüfus, İspanya’dan başlayarak tehdit oluşturuyor. Bütün bunlar için “ne hali varsa görsünler” uzun ve hatta kısa vadede senin birliğine de zarar yazacaktır. Benim bir ekmeğim varsa ötekilerden banane, ben ısınırım dünya bitsin banane, dünyanın merkezi benim herkesin canı cehenneme bananeden ne yazık ki bir şey çıkmaz ve çıkmayacak. Nasıl ki aynı apartmanda oturuyorsan, komşunda çıkan yangına müdahale etmediğin sürece senin de evin yani kültür, düzen ve refahının küle dönme riski ile karşı karşıya; aynı şey, ülkeler bazında Avrupa için de geçerli. Yunanistan ve hatta Bulgaristan o yüzden bu kadar tedbir üstüne tedbir alıyor. Senin İran sınırın o yüzden bu kadar önemli. İdi. Suriye’deki barış bizi tam da bu yüzden müthiş derecede ilgilendiriyor. Türkiye’nin ekonomisinin daha da kötü olması demek Suriyelilerin ülkelerine döneceği anlamına gelmiyor, daha refah ülkelere ama öyle ama böyle bu insanların kaçacağı anlamına geliyor. İleride de ölüm dahil tüm sikleri göze alarak bu ülke insanlarının da aynısını yapacağı ve nüfus bakımından Avrupa’nın azınlığa düşeceği, ve bu zamana dek azınlığa düşmüş her kesimin başına gelen şeylerin onların da başına geleceği demek oluyor. İşte Hollandalı gençler orada, işte İsviçre’deki aşı karşıtı gençler orada, işte Kuzey’de çekilen her biri ayrı manyağı ele alan belgesellerdeki gençler orada. İşte tam da bu yüzden kovid zamanı yazdığım yazıdaki gibi nihayet dünyanın sonu geldi gibi şeylere gark olmuyor, panik yapmıyorum. Çünkü entel ve sinsi grubun sessizliğine ve kendilerine dokunacak bir şeyi bertaraf etmenin başka bir sinsi yolunu entelce bulabileceklerine inanıyorum.

Yazının başlığından bahsetmeye zaman mı olmadı Martin? Hayır, hepsi aslında bağlantılı sevgili iç ses; bekle bakalım biraz. Geçen yazıda detaylandırmadığıma dair bir yorum aldım, detaylandıralım ve kapanışa geçelim. 

Godot’yu Beklerken 1952’de yayımlanmış iki dünya savaşı sonrası insan hâletiruhiyesini en iyi anlatan tiyatro oyunudur ancak ününü buna borçlu değildir. Akademide hemen hemen herkesçe çokça bahsedilen, oyunun -bilhassa adı- edebiyatın dışına taşmış ve kültürle bir olmuş, ummaktan başka hiçbir şeyi kalmamış insan durumunu sembolize etmektedir. 

Oyunda iki kişi duruyor. Ve bütün oyun süresince Godot’yu bekliyor. Son derece sıkıcı halleri var. O sırada başkaları geliyor geçiyor ama onlar bu bekleme işine devam ediyorlar. Anlatılan şu: Burada bekleyen özne(ler), her kimi yahut neyi bekliyorsa ve bu gelmeyecek biri/bir şey ise bile, o bekleme işi o kadar devam ediyor ki pasiflikten çıkıp tek yapılan aktif bir biçimde beklemek oluyor. Ancak, bekleyeni görmek ya da beklenen şeyin gerçekleşmesi için çaba göstermeye -kısmi düşünceler dışında- yanaşılmıyor, ve günümüzde bu türden “iş edinilmiş” beklemeler için bu söz kullanılıyor. Yaşlı insan ölümü bekliyor, dindar İsa’yı bekliyor, gençler malum şahsın gidişini bekliyor gibi gibi gibi. Tabii ki normal şartlar altında 9 ay sonra doğacak bir çocuk bu bekleme sürecine uymuyor. Burada beklenen şey gelme ihtimali çok düşük yahut bir şeyler yapsanız bile gelmeyecek olanın beklenmesi, cesaret edemeyeceklerinizin beklenmesi. Örneğin yaşlı kendini öldürebilir ama öldürmüyor yahut insanlar eylem yapabilir, ya da bu durumu değiştirmek için taşın altına elini koyabilir ama koymuyor. İnsanlar sadece bekliyor. Tarih bu yüzden aslında hem çok güzel hem de günümüze ışık tutan bir dal. Edebiyat bunu 70 sene önce gözümüze gözümüze soktuğu için bu kadar özel bir alan. Çünkü biz ne kadar aman ne güzel çağdayız, oh internet, oh tanrısızlık ve cinsel bağımsızlık diye debelensek de hiçbir farkımız yok eskisinden. (Bunu da bir sonraki yazıda inceleyeceğim.)

Pekiyi, neden Avrupalılar bize yardım etmeliler ve taşın altına elini koymalılar da biz bunu yapamıyoruz -atıyorum- Kurtuluş Savaşı’nda yapmış iken? Birincisi bu topyekün bir savaş değil, ikincisi 100 sene geride değiliz, üçüncüsü biz, yani en azından ülkenin yarısı da “baba”sını öldürdü ve sonuncusu biz hiç mi hiç “planlı” bir ülke değiliz: akışına bırakmış, toplumsal bir uykudayız. İki savaş görmedik belki, belki sömürgeleştirmediğimiz için başka kültürden insanlarla yaşamak durumunda kalmadık ama 94’ten başlayarak siyasal islamı götümüze don alamayacağa dek yaşadık ve hâlâ daha yaşıyoruz. O zaman işine geldiği için devam eden Batı ve bizim sinsi entellerimiz, bugün işine gelmeyeceği için devam etmeyecek. Ve evet, bizim gibi bencil, toplumsal bilinci yalnızca bayrak ve millet sanan ülkeler cebine dokunmadığın sürece bütün o görmemişliklerinden; reform hareketlerini kendileri talep etmemişliklerinden (Babamız çok yaşasın yoksa sittinsene olmazdı ne seçme seçilme ne de laiklik) ötürü başkalarının seçimlerine mahkûmdur. Ve sadece ve ancak Godot’yu bekleyebilir.

En baştaki buluşmamıza dönersek, bana sorulan sorular elbette bizim ülkedeki ekonomik durum ve malum şahısa yönelik idi. Ben de yaşadığımız durumu özetler, neden elimizden bir şey gelmediğini anlatmaya çalışırken, dedim böyle bir oyun var biliyorsunuz… Biliyorsunuz ya… Ha bilmiyor musunuz, diyerek az önce anlattıklarımı özetledim ve şu aşamada tek yapabileceğimizin beklemek olduğunu ilettim. İşte bu yüzden elimizden bir şey gelmiyor şimdilik. Ama aslında 2023 seçimi sizin de seçiminiz dedim; aksi halde kollektif bir yıkımın eşiğine beraber gireceğiz. 

 

Ezcümle, yazı umutsuz gibi gözükse de aslında umutsuzluğa kapılacak bir durum yok. Batının, entel ve sinsi tarafının, kendi kültürlerinin de yok olması pahasına malumu bir dönem daha destekleyeceklerini hiç sanmıyorum.

 

 

, , , , ,

3 responses to “Türk Gençliğinin Godot’yu Beklemesinin Asıl Nedeni”

  1. Hayat_Erkeği Avatar

    üff sen çok akıllısın ya. ben seni daha fazla okuyamayacağım. bildiğin salak blog tutan kimse varsa haber et lütfen. her şeyin mantıklısını yazan yaşayan yalayan sevmiyorum. yeter!! ben gerçek aptallık, hafif delilik, salak sulak yaşamları kibirle okuyup geçmek istiyorum.

  2. buster Avatar

    hahahajksş valla teşekkürler. Yanda çıkıyor yorumlar, ordan birileri takibe gelirse senin bloga ve onların profilden görürsen istediğin gibi bişiler, kendimi yardımcı olmuş sayacağım, umarım olur =//

  3. […] önce ırk ve dil birliği sağlandı ve bunun için savaşıldı. Sonra liderler için. En sonunda bir önceki yazımızda dediğimiz gibi elde kala kala her şeyin manasız olduğunu düşünen ama her şeyden […]

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »