Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

Şeytanlarımdan vazgeçersem…

Babam, ilkokul anılarından birini anımsıyor, birazcık narsisizm ile. Ben kendisine yakıştığını düşünüyorum:

O zamanlar selvi boylular arkalarda otururdu. Benim gözlerin görmediğinin yeni yeni farkına varmıştık. Öne geçmek istiyordum, izin vermiyorlardı. Ertesi gün kocaman gözlük camları ile okula geldiğimde, kendimi yerin dibine girmiş gibi hissettimdi. Bir süre sonra, belki de mecburen, gözlük kullanımının havalı olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bütün gün gazetelerde gözlük takan insan fotoğraflarına bakıyor, onların oturuş kalkışlarını inceliyor, aramızda gizil bir bağ olduğunu düşünüyordum. Onlar gibi giyinmeye başlasam iyi olurdu filan diyordum.

O günlere gidiyor babam, gidiyor gitmesine ama birden sessizliğe bürünüyor etraf. Suratına bakıyorum, çocuk oluyor. Saçları bir anda koyuya dönüyor, önleri tamamlanıyor, sakalları çıkmamış… O, sırasına sığmaya çalışan çocuk geliyor gözümün önüne. Beyaz yakalı, çirkin tıraşlı çocuk. Ön sıralara koca kafasına rağmen geçmeye çalışan, belki de uzun boyundan değil, koca kafasından ötürü arkalara oturtulan, ve bunun ayırdında bile hâlâ olamayan 60’lı yaşlarındaki o çocuğa bakıyorum. Seni de mi kimse sevmemiş diyorum, kafanı biri azıcık okşasa gözlerin mi dolar diyorum bebekçocuk? Başını iki yana sallayıp, ağzına önce azıcık peynir, sonra bir tek siyah zeytin, sonra yapmayı en sevdiği şekilde mini-minnacık ekmek parçası fırlatıp, bir yudum çayından alıyor. Çekirdeği ağzında yuvarlayarak çıkarırken dahi, kafasını yazık yazık dercesine geçen yıllara, kendini acımaya, şapur şupurlarına sallıyor. Birkaç saniye içinde günümüze dönüyor, o huysuz ihtiyara. Kapıya geçirirken kafamda bir müzik çalıyor. Tanrı’nın bana fısıldadığını söylüyorum ona. Zorla, böyle yılışa yılışa güldürüyorum onu. Dine dair görüşlerimi hep şakayla karışık bildirsem, ve bu onu üzse de, bana saygı duyması gerektiğini bir şekilde, alttan alta tembihliyorum. Sonra bu laflarıma alınıp küserse de (gerçi kim bana küserse küssün, -eğer hatalı isem- çok yılışık olduğumdan) bir şekilde gönül almasını biliyorum. Kafamı, bacağımı, yanağımı, sokuyorum. Koltukaltı, kulakarkası veya bele. Bir de saça. Bol pohpohlama, artık gülmekten ne dediğimi anlayamayacak hale getirinceye kadar şaka bombalığım tamamlıyor ritüeli.

“Hiç haber göndermedin o günden beri
Yoksa bana küstün mü, unuttun mu beni?”

Sonra kapıyı kapatıyorum üzerine. Kapatıyorum kapatmasına ama tabii ki göz yaşları sel, zırıl zırıl ağlıyorum. (Anneannem buna iki gözüm iki çeşme derdi.) Ama bu ağlamalar da o kadar kesik kesik ki. Bu çağ, beni bana, o kadar yabancılaştırmış ki dayıma bile doğru düzgün ağlayamıyorum. Böyle bağıra bağıra ağlamak istiyorum, yalnız kalmak, tamamen ve herkesten izole olmak istiyorum ama içtiğim şekerlemelerden midir nedir, bir işe yaramıyor. Vitamin diyorum bunlar, vücuda çok faydalı imiş. En az ağlamak kadar, hatta ağlamaktan daha yararlı imiş diyorum. Sonra kimisine domuz yaptığım zamanları hatırlıyorum. Domuz yaptığım insan listesi hazırlıyorum. O kadar çok ki, kimden başlayabileceğimi bulamıyorum. Kimden başlasak, ve nasıl anlatsak. Kaç kişiydik o zaman, kaç kişi kaldık şimdi? İstediğimiz…

*

İnternet dünyasına girişim forumlarla birlikte olmuştu. O zamanları hatırlıyorum da, benim için her şey çok yeni ve inanılmaz güzeldi. Bilgisayarım çok ses yapar, açılırken türlü mesajlar verirdi. Henüz kimseye mastürbasyon yaparken yakalanmamıştım. Dahası, MSN ya da türlü mesajlaşma uygulamalarından önce forumlarda sürttüğüm, hatta tabir yerinde ise cirit attığım da olmuştur. Mahlas kelimesinin ne olduğunu internet sayesinde öğrenmiştim mesela. Mahlas, ne olmalı ki? Buster o zamanlardan kalma, bilenler vardır. Ya da buna dair bir şeyler karalamıştım vakti zamanında. Tekrar izleme zamanı geldi sanırım. Neyse.

Pek tabii ki şimdiki gibi kolay olmasa da (ki belki de internet forumları ve sözlükler, benim için şimdinin Twitter ya da Instagram’ı idi) o dönemlerde dahi birçok insanla tanışmıştım. Kimileri ile hâlâ mesajlaşıyorum, kimilerinin ne adını hatırlıyorum ne izini bulabilirim. (Ki buna sebep de benim yeni nesil teknolojiye adapte olamamam, ve yine belki de bunun daha güzel olması, onları hep o çocuk halleriyle hatırlıyor olmam ve hatta bunu istememdendir.) Kimileri ise hayatımdan çıkmayı tercih etti, çok hatırlamasam da benim de bile isteye görüşmediğim veya mail atıp almadığım arkadaşlarım vardır. Ya da bir süreliğine olmuştur. Çok da uzatmayalım, bugünkü konuğumuz zannedersem 10 sene önce tanıştığım Melike olacak. Gerçi çok da onunla mı alakalı olacak hep birlikte göreceğiz. Ben böyle düşünüyorum. Plan bu en azından. Bakalım.

*

Melike benim en kötü öykülerimi okumuş, en vıcık vıcık zamanıma şahitlik etmiş, en cahil dönemimin yıldızıdır. Hayatımda kimseye ağlamadığım kadar çok kendisine ağlamışımdır. Her gün birbiri ardına yaptığım şikâyetler, en bencil dönemim (ki kendisine bildiğim, sormasına rağmen domuzuna söylemediğim bir şarkı bile vardır düşünün) ve daha bir sürü şey. Melike’yi özel kılan ise ne beni her zaman yüreklendirmesi ve koşulsuz desteği, ne her gün edilen muhabbetler, ne türlü sataşmalar ve hayaller ne de uzun uzadıya konuştuğum ilk kadın olması ile alakalıdır. Melike beni bilen biriydi. Filozof idi. Psikoloji ve felsefe uzmanıydı. Ben o zamanlar kendimi bir şey sanırdım ama Melike benim sandıklarımı bilirdi. Yani biliyormuş, bunu geçen zaman içinde ayırt edebildim.

*

Yazı yazmaya heves etmiş, gene kimseye bir şeyi beğendirememiş, pek de “yaratıcı” olmayan atölyeden dönüyorumdur. (Burada şunu belirtmemiz lazım ki benim asıl ilgi alanım, neredeyse 2012’ye dek film ve müzik arasında gidip gelmekteydi. Asıl yapmak istediğim film yönetmekti, bunun çok uğraştırıcı olduğunu anladığım, hatta ekran karşısına çıkıp, “rol yapan” insanlardan düpedüz soğuduğumda hayalimi biçimlendirerek kendimi müziğe vermiştim, ama müziğin de üretim kısmında sınıfta kaldığımdan olsa gerek, çeşitli söz yazarlığı denemelerinin ardından onu da rafa kaldırdım. Mıştım. Yani bunları bile isteye mi yapıyordum, yoksa mecburiyetten mi çok anımsayamıyorum. Hatta bu, yanda duran fotiler, önce film sekansları, sonra gruplar ve türlü şarkıcılardan oluşmaktaydı; yazarlara geçiş çok, çok sonraları gerçekleşmiştir. Yani demem o ki aslında ben yazma işini ciddiye almaya çok geç başlamıştım, verimli geçen birkaç yılın ardından ise pek de verimli geçmeyen, okumaya adadığım dönemdeyim hâlâ. Ne zaman çıkabileceğimi bilmiyorum. Artık senede bir ya da iki öykü üretebiliyorum. Okuduğum şeyler ise kurmaca metinler olmaktan ner’deyse tamamen çıkmış durumda.) Bir üstte verdiğim linkte söylediğim gibi aşkı arıyorumdur. (İşin ilginci çocukluk kankimle daha geçen hafta yaptığımız iddialı konuşmalardan birinde hemen aşkın aranacak, bulunacak, tutulacak bir şey olmadığına dair epey ebedi ve edebi bir söylev vermiş; bunun yalnızca irade gerektiren, türlü karşılaşmalar sonucu düşülebilen bir şey olduğunu bildirmiştim. 10 sene insanı bilge yapmasa da, o yola itebiliyor.) Melike’yi aramışımdır. Moralim bozuktur. Ne aşkı bulabilmişimdir ne öykü yazabiliyorumdur. Öykü işinde açıkçası kendimi biliyorumdur, şimdi olmasa da yaşarsam kendimi tatmin edebilecek derecede bu işi kotarabileceğimi, vazgeçmezsem kıvırabileceğimi… Ama yalnızlık meselesi canıma tak etmiştir. Artık burasına gelmiş olacak ki, Melike beni kalaylamaya başlamıştır:

“Martin, bana kalırsa sen yalnızlığı seviyorsun. Aşkı arayışının sebebi de bu. Yalnızlığına daha da sarılman, onun daha iyi, daha tercih edilir, daha güvenilir olduğunu anlaman için. Çünkü aşk senin aradığın bir şeye benzemiyor. Bunun her benzemeyişini gördüğünde, her haklı çıkışında, sonucunu bilerek bu savaşa her girişinde seni kucaklayacak olan ise bugüne dek alıştığın o düzen, bugüne dek seni huzurlu kılanlar olacaktır. Yani yalnızlığın. Sen nostaljiyi, özlemeyi, hatıraları, belki o filmleri, yazdığın karakterleri, okuduğun kitaptaki cümleleri seviyorsun. Ve aşk bu değil ya da aşk senin için bu, bilemiyorum. Ama kafandaki o ideal aşkı bir kenara it lütfen. Kendini harap etme.”

Elbette bu tanıma şiddetle karşı çıkmıştım. Evvela iyi bir baba olabilirdim. Birini çok sevebilirdim. Bu sevgim yakıcı olabilirdi. Ama zaten yanmaya da razı olacaktı sevgilim. Kıskanç olabilirdim ama bu kıskançlığımın sevgiden kaynaklandığını bilecekti. Sonra, bir ömür boyu beraber geçirebilirdim, ilk ve son aşkımız olacaktı çünki. Bundan öncekiler, en iyi ihtimalle gülüp geçilecekti ya da benden önce birini zaten sevmemiş olacaktı sevdiğim. Bunu beni severken ayırt edip bana kendi söyleyecekti. Ben ne kadar önemli, hatta ilk defa önemli, biri için gerçekten önemli, biri için ilk ve gerçekten de daha ve de deha olarak önemli, dehalığın dahiliğinde var ki vazifen, seni çok severken ben, ve bunun için mutlak surette sen ve ona bir ben olduğumun onayını alacaktım. Sonra bir köpeğimiz olabilirdi. Çok para kazanabilirdim çünkü parlak bir deha idim. Vesaire vesaire. … Şişkin, içi boş bir narsisizm. Sonra babam gibi 60’lı yaşlarımda, olmamış hayali bir erkek çocuğum karşısında itiraflarımı dökecek, çocuk olacaktım. Yine. Yaşlı ve huysuz. Toplumsal, sosyal normlara uymaya can atan bu benliğime ağıtlar yakacaktım. Bir iki zeytin atacaktım ağzıma. Ve yine bittabi bununla birlikte toplumsal rahatlığa erişme ve nihayetinde yitirilen öz-saygıma lanetler yağdıracaktım. Kafamı sallayacaktım, minik minik parçalara ayırdığım ekmekleri çok sevdiğim şekilde ağzıma tıkıştırırken.

Bu, tamamen karşı çıktığım şeyin aslında bize şarkı, film ve hatta kitaplarda dayatılan mutluluk tanımı ile ilgisi vardı. Onlar nasıl mutlu ise, ben de aynı onlar gibi mutlu olmalıydım. Mutlu olmak… Ne beyhude bir çaba…. İnsan bu yüzden perişandır demişti Freud. Şimdi anlıyorum, o zamanlar anlamazdım. Ve aslında bunca kötülük içinde beni bilen Melike’ye karşı çıkma sebebim de tamamen bundan ibaretti. Ben bunca gizemli iken, birinin karşısında bu denli çırılçıplak olmak beni delirtmişti. Işığı bile kısamıyordum. Her şey ortadaydı. Sen bu sosyal normlara uygun birisi değilsin, bunun için kendini hırpalaman yersiz, hırpaladıkça da kaybeden sensin, diyordu. Her şeyi görüyordu. Kaybeden senin olabileceğin o güzelim potansiyelin ve bunu gösterebileceğin alanlar… yeterince ilgilenemeyecek olmanla son bulacak. Yapma bunu, diyordu. Bunu ve kendini ve her şeyi heba etme, gel vazgeç diyordu. Suretin çok gizli, diyordu. Çok mu üzdüler seni, diyordu. Ben anlamıyor, dahası fikirlerini hakir görüyordum. Ama zaman, çok önceleri ayırdına vardığım gibi kendisini haklı çıkardı.

*

O zamanlar Philip Seymour Hoffman’ı seviyordum. Artık konuşmayı kestiğimizde iki senelik ömrü kalmıştı. Bir filmini hatırlatıyor bu yüzden Melike her defasında bana. İlk yayımlanan öykümü bile gösteremedim. Ya da gösterebildiğimi zannetmiyorum. Kimseye dair neredeyse en ufak bir anı bile hatırlayamıyorum. Her şey bir şekilde silinmiş gibi. Neyi düşündüğümü, ya da o zamanlarda ne hissettiğimi, kimlere ne sözler verip tutmadığımı, kimleri neden kandırdığımı hiç bilemiyorum. Bazen hayatın bu şekilde işlemesi gerekiyor zannediyorum. Bu konuda düşüncelerimiz bizi yönlendiremez. Yönlendirmesi de gerekmez. Önemli olan düşünmek, önemli olan bilmek, önemli olan kendini bilmek. Kendinle ne kadar yüzleşebileceğini, ne kadar sevebileceğini, ne kadar vazgeçebileceğini, ne kadar seni sen yapan şeytanlarını da benimseyeBİLMEK. Yoksa öteki türlü Rilke’nin dediği gibi korkarız ki meleklerimizi de kaybedeceğiz.

*

17 yaşındaki öğrencim konuşuyor: “Başkasını sevmeden evvel kendimi mi sevmeliyim, ya da önce kendimi mi sevmek zorundayım, açıkçası bunu pek bilemiyorum. Siz bu soruyu sorduğunuzdan beri bu konu hakkında defalarca düşündüm, arkadaşlarıma sordum. Önce kendimi mi sevmeliyim birini sevebilmek için. Sonunda şunun sonucuna vardım: Kendimi sevmem gerekmiyor, asıl yapmam gereken, kendimi kabul etmek. Meleklerim ve şeytanlarım ile. İkisini ayrı ayrı düşünemem. Biri olmazsa öteki de olmaz.”

Laf lafı açıyor. Ben Rilke’den bahsediyorum. Psikolojik yardımı tam da, senin farkında olmadan söylediğin şeyler yüzünden reddediyordu diyorum. Oradan mitlere yolculuk yapıyoruz. Gözlerine bakıyorum. Bu kadar bilmesi bana birilerini anımsatıyor. Bu yazıyı yazana kadar bunun kim olduğunun fark edemiyorum. Gıcık edip kendisini, sonra güldürüyorum. Bildiğim bir şarkıyı ona bilerek, sormasına rağmen, söylemiyorum.

“Duygu, biraz duygu,
Bütün isteğim buydu.”

 

, ,

One response to “Şeytanlarımdan vazgeçersem…”

  1. […] erişemeyeceği bir şey, yıllar yıllar önce Rilke’nin dediği ve bu blogda birçok kez geçirdiğimiz (çok güzel yazı, tavsiye ederim =P), dövme yaptırılası sözlerden (=PPP) […]

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »