Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

Ben bilinmez bir hazine idim; bilinmek istedim ve bu blogu yarattım.

Bu blog yazısı, bu zamana kadar yazdıklarımın en iyisi olacak; zaten hep öyle değil midir? Eskiden yazdıklarımızı, eski benliklerimizi, sevgilerimizi, düşüncelerimizi yakıp yıkmak istemez miyiz? Kafka’nın ölüm döşeğinde hissettikleri, yakın hepsini yakınması bu değil midir; yahut, ilk yayımlananlarını reddetmesi yazarların, ilk eserlerini dinlerken utanması şarkıcıların? Hepsi temelde en iyisi şimdi, hepsi temelde en iyisi bu çünkü şu anki halim en iyisi (best version of oneself) değil midir? Hepsi temelde -hatta ve hatta- yaşama içgüdüsünden gelmez mi? Bakın en iyisi bu halim, kim bilir yarın uyandığımda neler neler yapabileceğim, değil midir? Yahut writer’s block denen bu dünyanın en sikik tıkanmasının müsebbibi o değil midir? Kişinin eski kendini geçemeyeceği korkusu, artık ölme vaktinin geldiği düşüncesi, artık ölsem de olur düşüncesini tetikleyen hep bu değil midir? İşte korkusuzca yahut korkarak söylüyorum ki bu blogdaki en iyi yazı budur, daha iyisini bulmak için bir hafta beklemeniz gerekmektedir. Bir hafta? Evet, bir. Kendi kendime yine sözler ve buna mukabil her hafta bir yazı yazmaya karar verdim, bunu ne kadar başarabileceğimi yahut başarıp başaramayacağımı ise çok kestiremiyorum. Pekiyi, az kestirebiliyor muyum? Eh, belki de dünyalı olmak, insan olmak ancak ve ancak “az” bilebilmeyi “az” ile yetinmeyi gerektirdiğinden yine ancak ve ancak bir daha tırnak içine almamacasına az bilebiliyorum. Pekâlâ, bu az bilmemelerim neler söylüyor bana, neler getiriyor aklıma? Daha önce verdiğim kararları mı? Daha yüzme bilmeden dahayı, şimdi ölmek istememi mi? Pek tabii ki en çok sildiklerimi, yakıp yıktıklarımı getiriyor. Sözgelimi bir dönem bloga beklentilerimi yazmıştım yeni yıldan; sonra silmişim herhalde, bulamadım. Kesin daha çok yazı yazmak ve burayı bırakmamak vardı o beklentilerin içinde. Eh, tutmuşum diyorum sözümü. Ama bırakmıyor öteki illet yakamı, çekiştirdikçe çekiştiriyor. BIRAK DA ŞEBNEM YESİN AZICIK. Sonrası… Sonrası herkesin malûmu, senede beş yazı yazan biri… En azından bu seneyi bitirmeden beş yazı yazmak istiyorum, ne güzel olurdu, hele bu ilki ve en iyisi olacakken… Belki biraz aldatmalı davranırım, çeviri filan yaparım… Ama o beş olacak, beni bilen sözünün eri olarak bilir, o beş olacak!!111!! Sonra da diyorum sanki ne yani, olacak da ne olacak? En az iki kişiyle yaşıyorum bu hayatı, üçüncüsünü aldığımda omuzlarımda kaldıramayacağım bir yük buluyorum. Birazını paylaşayım diyorum, milyonlarca dert diyorum, al biri senin olsun. Beriki istemiyor, reddediyor, sanki inadına gibi beni üzücek, beni kıracak, beni parçıkpinçik edecek şeyler yapıyor.

Yazının başlığını belki bilenler vardır. Kudsi hadis olduğu söyleniyor. Elbette bizim incelememiz bu yönde olmayacak. Çünkü din denen şey, bütün o inandıklarımız, ve neyse ki hatta çok şükür ki inandıklarımız, Nietzsche’nin tanrı öldüsünden beri, istesek de istemesek de, inansak da inanmasak da mittir. Mitler ise, ortada bir inanç olmadıkça yol göstericidir, kendini bulmacadır, insanı anlamaca, mana, anlam, kelime, cümle, öykü, romandır. Şiirler ise hep olmayana yazılır. Diğer türler hep kendini keşfetmedir. Evet, sanmayın ki yazar sizin için yazıyor, yo yo, haklısınız ve doğru, siz olmasanız asla ve asla bütün bu tek kelimelikler olmaz ama sizin için de yazmıyor, asla. Hep söyleyegeldiğim, Flannery O’Connor’ın deyişi ile ne düşündüğünü o anda kâğıda dökmedikçe bilemediği için yazıyor. İşte sen modern insan, tam da bu yüzden attığın ses kayıtlarını sesinden iğrenerek dinliyorsun telefonundan. İşte sen modern yazar, sen de bu yüzden yazıyorsun, başka sebep arama. Evet, kendini yazmıyorsun ama kendini yazıyorsun: o anki senleri oluşturanları; yalnızca yaşadıkların değil bilhassa travmalarını, hayali travmalarını, hayallerini, hayal olmuş hayallerini, hislerini, artık hissedemediklerini, arzularını, eğer biri gerçek olursa seni bitirecek olan arzularını, düşlemindeki akrabalıkları, gerçek hayatları, hatta bütün bu zamana dek aktarılagelmişleri yazıyorsun. Sen aslında hiçbir zaman özgür bir birey değilsin, ve olmadın, ve olmayı da istemiyorsun; sen ancak ve ancak bu zamana kadar yaşamışların, yaşadıkların ve yaşanmamışlıklarının aritmetik ortalamasısın ve bunu kaleme alıyorsun; başka şey umma pek sevgili Kavafis’in de söylediği gibi. Umma, sadece yaz ve öl.

Ammmma, öyle amma ki, burası tam da yazının başlığına hitap eder. Tanrının kelamı kabul edilen şu söz var ya; heh, işte tam da ondan kabul etsen de etmesen de bir parça olduğun için bundan fazlasını ZATEN umamazsın. Ben bilinmez bir hazine idim. Yani ne diyor, o zamanlar en fazla bir bitcoin ne kadar ediyorsa oydum bile ben belki. Sene 2009 iken. Aylardan esasında Kasım iken, kuruluşa bakma seni gidi seni! İçin içini yiyordu, hatırla! Seni tanıyanların seni okumasını istemediğin için feys olmazdı. Senin tipini görenlerin seni daha fazla bilmesini de istemedin ve böylece ileride sükseler yaratacak insta da elenmiş oldu. Kelimelerinle çok şeyler anlatma derdindeydin, pek sevgili müstakbel mask da elendi. E, ne yapacaktın? Elbette ya wordpress’e (ki keşke düşseymişiz) ya da blogspot’a düşecektin. Yanına o zamanlar dost bildiklerini alıp, dedenin dediği gibi kanayabildiğin kadar kanayacak, dört koldan saldıracaktın. Dostuna emirler verecek, bunları yazabilir bunları yazamazsın diyecek, günleri bölecektin. O günkü şanslıların blogunu takip edecek, takip edilenlerin salak saçma post’larını görmek istemeyecek olursan yorumlar atacak, onların da blog’una gelmesini umacaktın. Geldiklerinde her zamanki misafirlerini adeta bir esnafmışçasına karşılayacak —Martin’di, değil mi? Evet, sen eski müşterimizsin diyecek, bittabi yapmadığın indirimleri yapıyormuş gibi satacaktın. Kötüsü, ikiniz de bu numarayı yutmuş yapacak, arada da bir kişi daha okuduğuna sevinecektin. İstemesen de mim’lere katılacak, kendin hakkında konuşacak, biraz da bu yazıları kaleme alanın ne denli yakışıklı bir beyaz atlı prens yahut ne denli bir “dude” olduğunu pazarlayacaktın. Ve bunları yaparken iğrenmeyecektin, asla ve kat’i surette kendinden iğrenmemek tek parolan olacaktı. Kendine sürekli bu dünyada yol ancak bu diyecek, ve eğer tanrın gibi “bilinmek” güdün varsa bu yolun en doğru, en makul yol olduğunu, ola ki tutmazsa ötekilerin salak olduğunu hiç şüphe duymaksızın kendine yedirecektin Martin: başka şey umma (Kavafis 2:15). 

Pekiyi, nedir bu en güzel yazı, bu sahte günah çıkarmalar mıdır, Martin? Eh, bu soruyu soruyorsan öteki, demek seni yukarıdaki cümleler pek tatmin edememiştir.  

Bugünkü konunumuz Sekizinci Henry: Henry the VIII. The 8th of Henry. Sekiz benim için mühim. Sekiz; bir şekilde karşıma çıkan yahut çıkardığım… Sekiz bir zamanlar Arda’sının on dördü. Ben sekizinci olan bu Henry’yi anlıyorum. Bu Henry’yi tıpkı Scar‘ı anladığım gibi anlıyorum. Bu Henry ve Anne benim sekizinci yaşıma hitap ediyor belki. Sene 2008 olmamış, The Other Boleyn Girl çıkmamış, iyi ki de çıkmamış. Zamanın birinde Cnbc-e izliyorum. O zamanlar çocuk dimağımda bir Boleyn kızı mevcut. Herhalde sorsalar 80’lerde çekilmiş diyebileceğim 1969 yapımı bu film. Artık uyku tutmadığından mı yahut “hooked” olmamamdan mı nedir, izliyorum. Televizyon küçükçe olmalı, bir zamanlar en büyük televizyonumuzun 55 ekran tüplü olduğunu düşününce. Ama televizyon-lar var evde ve ben, Türkiye’nin ilk feministi tarafından yetiştirilmiş Martin, Anne Boleyn ve kavgasını izliyorum. Son 10-15 senedir yaptığım gibi internette araştırmalarımı yaparak değil, tamamen o anda ve bildirimsiz izliyorum. Hatta yokum bile diyebilirim çünkü bütün kadınlığımla izliyorum. Yeri geliyor, affffferinler yerini ohhhhlara bırakıyor olsa da çoğu çoğu üzüm üzüm üzülüyor başlıyorum karalar bağlamaya… Aklımda kalan kadına karşı tutkum -Henry’den fazla olmasın- bütün diplomasilere karşı hıncım, dine karşı öfkem var. Belki diyorum şimdiki aklımla, bütün bu düşüncelerin, hatta yazmaların başlangıç noktası bu filmdir, belki diyorum, belki…

Yıl 2022 oluyor, belki daha öncesi. Araştırmaya girişiyorum filmi. Ekşide yazamıyorum isimleri hat’ra gelmeyen filmler başlığına. İnternet sen çok yaşa! Birkaç dakika içinde buluyorum filmi. Anne of the Thousand Days. Gözüm yemiyor yeniden başlamağa. İki buçuk saat diyorum, öteliyorum Kasıma. Ne seneler geçmiş diyor, ilk seferde bitiremiyorum filmi. İkinci seferde açılıyorum: Kapanışta açılırım! O çocuğa güveniyorum çünki. O cahil, o kendini bilmez, o kendi çok şey sanan çocuğa; beni hiç yanıltmadı diyorum ve bu saatten sonra da yanıtlamaz istese de. Bir kerameti vardır diyorum o sevdiyse. Birkaç dakika içinde yeni bir hook salınıyor. Kraliyetin en sevdiğim dönemi aralanıyor peşi sıra. (Aslında bu bildiğimiz manada İngiltere kraliyetinin de sonu olan dönem de diyebiliriz çünkü I. Elizabeth’ten sonra krallık İskoçlara geçiyor ve Birleşik Krallık doğuyor.) Abisinin eşi ile evlendirildiği için lanetlenen Sekizinci Henry’li, mal gibi satlılan ne ilk ne de son İspanyol kadın Katherine’li, bütün her şeyi değiştiren Anne ve kardeşi Boleyn’li, annesinin hiç olmayan hıncını almak üzere göreve gelmiş, ayıltma içkimize adını veren Kanlı Mary’li, sürgünden gelen, yersiz yurtsuz, hem yetim hem öksüz Elizabeth’li ve neyin nesi olduğu bilinemez Shakespeare’e (Shake-Sphere) dek uzanan o müthiş dönem. 

Pekiyi, nedir beni yine Sekizinci Henry konusunda yıllar sonra vicdanlı hâle getiren? Sanırım erkek benin izlemesi ve ona haddi olmayarak acıması. Evet, evvela, Henry acınası bir karakterdir. Onun “bilinmesi” kız çocuklarına can vermesiyle müstesnadır. Kendisine kadar herkes bir erkek çocuk sahibi olmuş, İngiltere (kesinlik olmadığı için ikisi hariç tutulur) hiçbir zaman “God Save the Queen” dememiştir ama kendisinden olan iki çocuğuna denecektir. Sonraları bu slogan ancak 4 kere daha duyulacak, İkinci Elizabeth ise bunu 70 sene söylettirecektir. 

Henry acınası bir karakterdir çünkü kral olabilmesi aslında görücü usulüne rahmet okutturacak düzeyde, abisinin dul karısı Katherine’i eş edinmesi ile başlamış, 20 küsür yıl boyunca erkek çocuğa sahip olamaması ile devam etmiş ve buna mukabil yukarıda dediğimiz gibi hiç kraliçe tarafından yönetilmemiş erkek egemen İngiltere’de “erkekliği” sorgulanmış, 6 kez evlenmiş ve erkek çocuğa nihayetinde sahip olsa da o erkek çocuk kendisinden 6 sene sonra İngiltere’yi bir kez daha “erkeksiz” bırakarak ölmüş, yeri gelmiş Roma’yı 16. yüzyılda karşısına almış, şimdiki Anglosaksonların babası olmuş ve kendisinden önceki “baba”larına, yani İsa ve Katolik kilisesine ihanet ederek kırdırmış kişidir.

Bu yüzden mi önemlidir peki Sekizinci Henry? Hayır. Evvela özgürlüğünü kazanmış, bilhassa 21. yüzyıl delikanlılarını 500 sene öncesinden simgelemektedir. Nedir bu? İstediği her şeye sahip olma güdüsü. Çünkü Henry’yi önemli yapan şey, aşk hayatı, acımasızlığı, birey bilincini ve sekülerliği bilmeden aşılaması değildir. Henry’yi önemli yapan yegâne şey arzularıdır. Gerekirse sikerim dinini imanınıdır, başlatmayın kilisesindendir, hepsini istiyorumdur. 

Kadınlar nezdinde ise “en” duygusunu yüceltmesidir ki bunda Anne Boleyn’in de katkısı vardır. İlla alıntı yapmak gerekirse hazreti Oscar Wilde’ın buyurduğu gibi “Erkekler kadınların ilk aşkı, kadınlar ise erkeklerin son aşkı olmak ister”dir bi’ yerde. (Bunu da Wilde, bir başka Lord Henry’ye, Wotton’a söyletir.) 

Öte yandan kadınlar ne yapıyor? “Öteki” kadını bile bile, kendini daha başka bir yere konumlandırmayı seçiyor; “piçlerinden biri” değil gerçek bir varis sunmak, yani “bilinmek” istiyor. 

O hâlde, Sekizinci Henry nedir? Şurada belirttiğim üzere cennet sendromunu yaşayandır, ulaşılamayana duyulan arzudur. Yapmaması gereken bir işe koşan, oğul isterken, bilinmek için gönderdiği “oğul”u hiçe saydığı “baba”sına yalvaran ancak azzzzıcık vicdan gerektiren hususlarda Anne’de soluğu bulan ve onun düşüncelerini, onun son kararlarını alan kişidir. Yani, bu neye yol açıyor: Henry’nin bilinmek isteyen bir mitolojik karakter olmasına. Bütün o insanları öldürmesinin, bütün her şeyi karşına almasının sebebi ne olmuyor, Anne’e karşı duyguları, ne yazık ki, olmuyor. En sonunda ne oluyor, Anne’den nefret ediyor, yeni bir Anne istiyor. Bu bağlamda istekleri de tıpkı ilk dönem eserlerini yakıp-yıkmak isteyen sanatçıların istekleriyle örtüşmüş oluyor. Çünkü esas mesele nihayetinde bugün ve hemen doğacak müstakbel erkek çocukları oluyor. Peki, Henry’nin o inanmadığı mitolojik hikâyelerdeki bir kahramana dönüştüğünü en iyi hangi sahneden anlıyoruz? Birlikte buy’run:

“Boşanmak adam öldürmeye benziyor, ilk seferden sonra pek de zorlanmıyorsun,” lafından, değil mi? 

Artık ne yapmıyorsun? Acı duymuyorsun. Artık hiçbir şey ne değil, kat’i surette umrunda değil, yani ne yapıyorsun oğul için babayı öldürüyorsun. Ve tanrı olmadığın için de muhakkak surette kendini kandırman lazım, öyleyse tekrar buy’run:

“Bırakın eğer bana sadık olduysa da yalan söylediği için gebersin.”

Buna mukabil, Anne Boleyn, yani “kadın”, “doğa”, “yaratan” neler hissediyor ölüme giderken? İlk âşık olduğunda eline tutuşturulan o Mayıs çiçeğini. Burada ne var? Doğana, doğurganlığına övgü ve çocuğuna, yani Elizabeth’e sığınma var. Kadın neye inanıyor? Babaya ve Henry’nin lanetli olduğuna ve bir gün kendi kız çocuğunun tahta geçip soyunu devam ettireceğine. Bunu yaparak da ölümünü kutsuyor. Pekiyi, kanını devam ettirecek Elizabeth ne yapıyor? -Sıkı tutunun- Pek şüpheli olsa da Bakire Kraliçe olarak ölüyor, annesinin kanını devam ettirmiyor ve annesine Electra’sını yaşatıyor. 

Sözün özü, ne oluyor hocam? Sözün özü, bilinmek için, hazineni göstermek için çocuk yapmıyor, bu yazıları kaleme alıyor, bu yazıları okuyor, babayı öldürüyor ve anneyi hatırlıyorsun. Katolikliği geri getiriyor, itilmişliğin hıncını alıyor ve bir şekilde mitolojik bir kahramana hülasa yaşarken dönüşüyorsun.

, , , , , ,

10 responses to “Ben bilinmez bir hazine idim; bilinmek istedim ve bu blogu yarattım.”

  1. Adsız Avatar
    Adsız

    Sonlara doğru bahsettiğiniz şeyleri tam anlayamasam da çok güçlü bir iç dökmesi olmuş en başta. Umarım daha sık yayın gelir

  2. buster Avatar

    Vallahi sözler veriyorum kendime, bakalım gelecek mi :baştandüşendamlacıklısmiley:

    Evet evet, karakterler ve bahsettiğim durumlar biraz bilindiği için çok detaylandırmadım (bu detaylandırılmamış hali =P) Bence hepsi birbirine bağlantılı ama iç dökme gibi de anlaşılmış olabilir; ki bu da çok güzel ve çokçok teşekkürler.

  3. drifter Avatar

    soru: bilinmekten kast ettiğin 'legitimacy' değil mi? çok tehlikeli bir kavram da onun için söylüyorum.

  4. buster Avatar

    OOOOOO the drifter kısacası, soru zor ama. Zamanında bak bu sosyal medya işini zamanında görüp bilenlerden annemin kuzeni şey demişti bana, artık sosyal medyada yoksan yoksun dünyada da. Belki 10 senesi yoksa da, 6-7 senesi var bunu diyeli. Ben böyle düşüncelere kapılmıştım. Ulan harbi mi ya, gibisinden. Sanırım bilinmenin farklı yanları var, bunu öteki yazıda da ele alacağım ama insanlar zora gelemedikleri için en kolay iz bırakma yöntemi olarak bunu seçiyor, eskiden ağaca tarihi esere ona buna isimlerini veya aşklarını yazarlardı şimdi o da bitti çünkü daha kolayı var; böyle bakınca aslında güzel bir şey de diyebiliriz hahaha. Sanırım bilinmeler, bu iz bırakmak istemeler fikirlere ve yeteneklerine göre değişiyor. Dövmeci bir abim/arkadaşım var. O da öyle derdi, iz bırakıyorum ama son dövme yaptığım da ölünce ben de unutulacağım gibisinden. Bu da bana Coco animasyonunu hatırlattı. İspanyol kültür her yerde =PP

  5. drifter Avatar

    Bayılırız nümayişe hahah.
    yazacağım da, valla millet beni topa tutacak. Olsun.
    şimdi meşruiyet üzerinden gidersek: bir ilişkinin meşru olması için otoritenin de işin içine girmesi gerekiyor ya. bir otorite onaylayacak ki meşru olacaksın.

    Aşk sonuçta iki kişilik. meşru olsun diye tepinince, bütün saray ve kiliseyi de alman gerekiyor yatak odana. Eh o zaman da işin rengi değişiyor. Meşruiyet esaret demek o noktada. Gittin krala aşık oldun, çok güzel bravo. Eh aşk bitecek nihayetinde. This is a fact. O kadar Lady in waiting var. Erkek çocuğu doğurursan iyi halden azad edilip ölene kadar sarayın manzaralı bir odasında kanaviçe işleyeceksin; diğer seçenek kellen gidecek. Bilindin de n'oldu? Bir sürü stres, baskı. Yazık değil mi Henry”e de?
    Bak 6 evlilik adamı ne hale getirmiş sonunda?

    Aslında, yazar veya sanatçı için de aynı baskı soz konusu bilinir olduğunda. Tabiki okunmak icin yazıyoruz veya yaratıyoruz, değer de bununla ölçülüyor ama kendini alamamak var mesela… dünyanın umrunda olmaması. Kimin ne dediğinin vs. Van Gogh mesela. Pure love, pure suffering, no stress, infinity.

  6. buster Avatar

    Şimdi haftaya yazısı için oturdum, aaa bi' baktım bir yorum daha, negzel; inş yazabilirim bu yazıyı da.

    Baştan sonra tam katılmak üzereydim ki Van Gogh ve elbette gene katılmadığım çıktı. Van Gogh'un kardeşine yazdığı mektuplar ortada; 1 resmi satıldığında çıldırması, kardeşinin şunun resimleri alıyormuş gibi yapalım da iyice delirmesin lafları malum; aslında beğenilmesi için neler yaptığı da ortada, kafayı da bence beğenilmemekten yedi o yüzden ona çok katılamadım, pure love filan yok ortada kendini beni niye sevmiyorlar diye yeme var =//

  7. drifter Avatar

    Çok haklısın tam da onu diyorum belki de. Bizim Van Gogh dediğimiz şey aslında 1880 sonrası tablolar. Ondan öncekiler ben bir ressamım bunu er geç anlayacaklar, şu tablolarım bi satılsa da Theo’dan harçlık almayı bıraksam kaynaklı bir suffering… onun için o atölye senin bu atölye benim dolaşıyor. Zaten insanın doğası bu. Beğenilsin onaylansın istemesi yani… Ne zaman başlarım böyle sanat camiasının ızdırabına deyip, bi temiz delirip kendi aşkına, yaratma ihtiyacına, acısına dönüyor; o zaman yaratılıyor starry night. Ayrıca bilinmeden de ölup gidiyor. Van Gogh hayattayken bilinseydi kulağını kesmez miydi? Hiç sanmıyorum. Daha erken keserdi bence.

  8. buster Avatar

    Hahhahaha olabilir, çok iyi yorum gene, bütün bunlar şey mi demek ya yoksa (hazır yazamadım ya) martin kardeş sen kasma her hafta yazacağım diye boşver, hâlâ tık yok maşallah mı krkrkrkr

  9. drifter Avatar

    Asla! haşa!.
    Sanki ben çok düzenli yazıyorum da hahaha…
    Orda burda sürteceğine git kendi blogunda sanat tarihi parçala derler adama.

  10. buster Avatar

    O ne biçim söz öyle drifter, sen or'ları bilmem de bur'larda sürt hep yani; ben de derim ooooo iyi-iyi bak yorum bile geliyor, okunuyoruz =PP Baş tacısın kısacası, hep bekleriz.

    Kendi blogunda da, sana da gelince çelinç ruhu ya da temiz delirme yazarsın. Yahut belki de en pirüpak olanı hiç yazmamaktır çünkü gerçek mutluluk o zaman yakındır. Bilemiyorum. Zaten bilsem bur'larda işim ne hahahh

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »