Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

Simba: Hakuna Matata diye bir şey yoktur. Ama olabilirdi de.

Eski alışkanlıklar kolay bırakılamıyor, bir yerden içinize giriyor (ne gibi girdiklerini söyleyebilseydim büyük bir yazar olurdum zaten, giriyor işte bir şekilde) ve bir anda her şeyi unutup içine dalıyorsunuz, dalabiliyorsunuz… Örneğin ben çok iyi bir playstation oyuncusu idim. Yani çok iyi demesek de çok oynardım küçükken. Daha yeni atari almışken, o çok uzak akrabanın anlatışı ile büyülenmiştim bir bayram günü. Bütün harçlıklarımı biriktirip (bu da çok acayip bana kalırsa, tamam biz belki ortalama üstü bir aile idik ama yine de bu aletin alınabiliyor olması çocukluk harçlıkları ile, hem de o zaman, çok saçma ve çok güzel) biraz üstüne tamamlatarak ilk kez buluşmuştuk kendisi ile.

Bu sene virüs vesaire derken de kendimi basketbolu tekrar adamakıllı takip ederken buldum. Bilmiyorum belki evde oturmasaydım, o belgesel olmasaydı tekrardan ilgilenir miydim… Gerçekten bilemiyorum ama o “ilgi” ile, yine bir yerlere taşınırken o kaseti buldum. Evimizde, teyzemin bir zamanlar bir müzik şirketinde çalışmasından ötürü Space Jam kaseti var sevgili okur. Hazır çok özlemişken çocukluğumu, ve hazır yine kendimi orada, yani olmadığım yerde bulmuşken, açtım izledim. Şimdilerde kesinlikle çekilemeyecek bir film imiş anladım. Cinsiyetçilikten köleliğe, ırkçılıktan kötü alışkanlıklara, silahlara, eziyetlere ve hatta şiddete kadar hemen her şey mevcuttu filmde. Ve güzel yapan şey tam da buydu. Özgürlük… Eskiden mi daha özgürdük şimdi mi daha özgürüz gibi kıyaslamalara girmeyeceğim sayın okur. Sadece şunu diyeceğim, bu filmi şu anda bu kadar patpatpat şekilde çekemezsin. Çeksen de herhalde 18+ biçimde yayınlamak zorunda kalırsın. Mesela şimdi ikincisini çekeceklermiş. Öyle diyorlar yani. Aradaki farkı hep birlikte göreceğiz. Bu türden filmler biraz da zamanda yolculuk gibidir sevgili okur. (Tam da burada yolumuzu iyice şaşırıp başka bir örnek vereceğim. Dönem filmlerini o dönemde izlemek lazım sevgili okur. 1985 yılını anlatan bir filmi bugün çekince, kamerayı da sarartsan, tüplü televizyon efekti de versen olmuyor. Bunu John Cusack filmleri izlerken anladım, dönemi o dönemde çekilen şeyleri izleyerek anlayabilirsin, bilhassa yolculuk filmlerinde. Şimdilerde olacak olan ise yalnızca düzmecedir. Ha dersen ki “sinema” zaten düzmecedir, sana da hak veririm.)

Space Jam diyorduk… Bir gün, gerçekten de bu filmden tam bir gün sonra oturdum, üzerinize afiyet içki içiyorum… Böyle dur yere duygusallaştım. Tek başına, gri bir ortamda içki içince böyle olur sevgili okur. Kedimi mi özledim ne oldu bilmem Aslan Kral’ı yeniden izlemek içime düştü. Space Jam’den öncesi idi sonuçta. Madem yeniden çocuk oluyorduk, uzun zamandır da izlemiyorduk, açtık baktık… Kendi kendime öylesine çok konuşuyorum ki sevgili okur bir arkadaşım geçenlerde ziyaretime geldiğinde sikicem seni bir sus artık dedi bana. Bir şeyler izlerken konuşuyordum elbette. İşin aslı şu ki ben dışımdan konuştuğumun farkında değildim, hiçbir zaman da olmuyorum sevgili okur. Başlıyorum ağzıma geleni söylemeye. İş hayatında bilhassa zor oluyor. Ders esnasında saçma sapan şeyler yumurtlayıveriyorum. Sonra, sonra da… Sonra sonra bunu şakaya vurup gülüyorum. İnsanlar da benim gülmeme gülüyor. Herhalde çok gürültülü gülüyorum. Bilemiyorum.

İçki içtikçe, yalnız ve gri havalarda içki içtikçe insanlar geliyor gözlerimin önüne, Aslan Kral’ın oyuncaklarını verdiğim insanlar, yine çocukken burada Mufasa ölüyor, düşünsenize babanız ölüyor filan diye zorla ağlattığım çocukluk arkadaşlarım, ilk kez bir oyunu bitirişim, çıkartmalar, hatta damgalar geliyor gözümün önüne. Etrafı kokulu silgiler kaplıyor. Enes tadına bakıyor, ben de bakıyorum ondan görüp… Açıyorum filmi ve tekrar çocuk oluyorum. Tekrar üzülüyorum, hemen herkese. Film yalnızca ders vermiyor, birçok açıdan değişik karakterleri de resmediyor. Cesur, güçlü, biraz mankafa ama hayatta her şeyi yolunda gitmiş düz adam ile hep ezildiğinden sinsi olmuş, aklını çalıştırmayı öğrenmiş, kimsenin sevmediği besin zincirinin en gereksizleri ile arkadaş olmuş kardeşini de anlatıyor sözgelimi. Geçmiş geçmişte kalmıştır, aman canım Hakuna Matata diye bir şeyin olmadığını, hatta olamayacağını, hayatta amaçsız yaşanamayacağını, geçmişin aslında acıtabileceğini hatta acıtmasına rağmen tam da bu yüzden yüzleşilmesi gereken bir şey olduğunu, hayatın bir şekilde yaşanabileceğini ancak orada hayatın olmayacağını, nereye gidersen git evini özleyeceğini, ailenin önemini, her ailede bir (hatta Zuzu’larınkinde 2) tane zirzopun olabileceğini ve bunları da bir kenara atmamak gerektiğini, gerçek şeylerin zaman içinde değil bir anda olacağını, statü ve güç yokken dahi arkadaşlığın önemini ve kimilerinin de bu şekilde değilsen, zamanında beslesen bile önünde sonunda gözünün oyulabileceğine kadar şu anda daha da uzatmayacağım ama uzatabileceğim şeyi ve şeyleri anlatıyor Aslan Kral.

Aslan Kral aslında diyor ki, çocukluğunu Aslan Kral ile geçirenler vardır, bir de sonradan izleyenler. Bir sevenler vardır, bir de bu yeni çıkan filme denk düşen yazık insanlar… Zamanda yolculuk diyor, yarısında girmek için bile ağlayacaklar vardır diyor. Çocuklar vardır ve onlar aslında şu anda ayırdına varmasalar da şanslılardır diyor.

, ,

2 responses to “Simba: Hakuna Matata diye bir şey yoktur. Ama olabilirdi de.”

  1. Elisabeth Vogler Avatar

    sevgili bir okur olarak okuma boyunca bıyık altından güldüm, özür dilerim..

  2. buster Avatar

    Çok anlamadım ama sizi güldürebildi isek ancak seviniriz sevgili okur =/

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »