Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

Evler ve Dudaklar

Aramızın çok da iyi olmadığı bir dönemde, nereden estiyse, Şef soruyor: “Annenle aran nasıl?” Yeni ameliyat geçirmiş, yenmeye çalışıyor kanseri. Pek aramız yok. Niyeyse bu durumun sorumlusu olarak beni görüyor gibi düşünüyorum. Hem annem, hem Şef, hem de diğerleri. O anda dünyada her kim yaşıyorsa, annemin kanserinden ötürü beni suçlu buluyor sanki. Anneannemle konuşuyorum, senin gibi evlat olmaz olsun diyor adeta. Oradan bir müzeye giriyorum, yazık yazık diyor biletçi, sen hâlâ gez bur’larda. Yazlığa gidiyorum atlar bile üzerime geliyor. Karpuzlar yerlere düşüyor. Belki, ben de kendimi suçlu buluyorum ve ötekilerin her hareketine de bu yüzden alınıp, küsüyorum. Ne yapabilirdim ki, diyorum kendi kendime. Oldu bir kere.

Şef, “İyi geçin,” diyor. “İnsan iki kere ölüyor. Biri annesi öldüğünde, ikincisi kendi nalları diktiğinde.” Gülümsüyor. Şef’i ne zaman görsem ölümle dalga geçiyor. İşte filancanın cenazesine gittik biz de, toplar patlamış nanay olmuş adam. Vesaire vesaire. Her “şu ölmüş” dediğinde sanki gizliden gizliye bir bildiği varmış, bana söylemek istiyormuş da söyleyemiyormuş hissini geçiriveriyor bana. Belki de annesi öldüğünden. Belki de ikinci ölüşünü beklediğinden. Nasıl oluyor bilemiyorum. Şiirdeki gibi “gizli bir bildiği var,” diye düşünüyorum. Bir defasında da Orson Welles’in bir şarkısı var biliyor musun?” diye çıkagelmişti, hatırlıyorum. Bozuk bir aksanla, “I know what it is to be young, but you, you don’t know what it is to be old,” deyivermişti. Ben de çevirmesine izin vermiştim, anlamazlıktan gelerek. “Genç olmanın ne demek olduğunu biliyorum ben, ama sen, bilemezsin yaşlılık belasını.” Gülümsemiştim. Bu, aramızın iyi olmaya başladığı zamana tekabül ediyor galiba.

İlk ne zaman öldüm diye düşünüyorum. Sanırım 2005 Aralık ayıydı. Evimizden taşınmak zorunda kalmıştık. İnsan nereye giderse gitsin ilk evi dışındakiler biraz boş. Arkadaşımın babasının satmak istememesini bu yüzden anlıyorum, o anlam veremese de. Şimdilerde çoğu birer beton yığını gibi gözükse de, o zamanlar evi ev yapan şeyler mevcuttu diye iç geçiriyorum. Balkonlar, geniş odalar, açılmayan salonlar arasından gerçekten de kakara ve kikirileri duyabilirdiniz, elektrik kesintilerinin ardından hep bir ağızdan çıkan aaaa’ları, ve aalayışları ve daayakları. Hatta kulak kesilirseniz, duş alırken şarkı söyleyenlerin performansına bile eşlik edebilirdiniz. Öylesi bir evdi işte. Ev-di diyorum çünkü yıkılacakmış. Deprem yüzünden. Eh, deprem yüzündense yıkılabilir. Gidip izlemek isterdim ve yıkılırken ağlamak ve onca sene beraber yaşadığım apartman sakinlerinin o anda ellerinden tutmak. Somut şeylerin yıkılışı bence insanlara bir şeyler anlatıyor. Dayımın mesela, anımsıyorum, dudaklarından eski evlerinin yıkılışına dair şu sözler dökülüvermişti: “Dozer bir tokat attı, mort. Dümdüz oldu.” Evin artık acı kapasitesi dolmuş demek ki. Bunun müteahhit ile bir ilgisi yok. Evi yapan ölmüş, evin hanımı ölmüş. Zaman ölmüş. Evden başka çıkarları kalmamış kardeşler bölüşmüş. Evin direnci ne olabilirdi ki?

Bizden sonra 4 numaraya çivi çakılmadığını söylüyorlar. 4 Numara o değil ki artık. Bilmiyorlar. İçindeki eşyalar ile 4 Numara idi o. Bizle. 2005’teki bu ayrılık neden beni fena yapmıştı böyle? Anımsıyorum. Odamın girişi soldandı. Hemen sağ tarafta kapıya kadar uzanan bir dolap vardı. Onun hemen önünde bir yazı masası. Masanın en üstü çekmeceli. Altı kütüphane. Onun bir altı katı yazı yazma yeri. Ve o açılıyor. Gözü var. Eski olan her şey gibi. Gizil, gizli bir bölmesi var. Açtığınızda nefis bir ahşap kokusu geliyor burnunuza. Seneler geçmesine rağmen geliyor. Sol tarafını üzerine çıka çıka kırmışım. Açılan göz, bazı bazı tepeye sabitlenmediğinde, artık kafamı sokmuşsam kulağıma, elimle oynuyorsam koluma düşüveriyor. Bundan zevk alıyorum. Bazen parmaklarımın üzerine düşürüyorum. Korka korka düşürüyorum. Bu sefer ya parmaklarım koparsa diye diye düşürüyorum. Acı, çok güzel geliyor. Bilerek düşürüyorum. En uçlarına hatıra defterleri saklıyorum, türlü anılar ve hüzünler. İtiraflar. Göze girmeye çalışıyorum ama sığamıyorum. Burası Ninja Kaplumbağalar’ın lağımıymış diyorum. Yandaki dolaba bakıyorum. Odamın içinde odama. Bazen eşyalarımı alıp dolaba taşınıyorum.

Dolabı bir tanıdığımıza yaptırmışız hesapta. Yediğimiz ilk kazık değil tabii ki. Son da olmayacak belli. İki kapağını da aynı anda öpüştürüp kapatmazsanız tam manası ile kapanmıyor. Kapaklardan biri önde kalıyor. Benim öylesi hoşuma gidiyor. Gizil bir şey bildiğimi sanıyorum. Hem hava gelir ölmem diyorum. Ayrıca bu sayede içerisinde ders çalışacaksam yazılanları okuyabiliyor ya da oyun oynayacaksam oyuncakları görebiliyorum. Bağdaş kurup oturuyorum içine, kapıyı kapıyorum. Azıcık ışık giriyor. Bakkaldan şimdilerde çiğneyemediğim her sakıza lanet okurcasına aldığım içinden yapıştırma çıkanları açıp, cikletini ağzıma atıp bir diğer buzdolabı poşetine etiketleri dolduruyorum. Dövme çıkanların dövmelerini yapıştırıyorum. Çekerken minik tüylerimi yolması hoşuma gidiyor. Aynı yapıştırmalar çıkmazsa seviniyor, kikirdeyip sakızımı daha da büyütüyor, daha da renklendiriyor, suratımın her yerine yapışacak büyüklükte balon çıkarmaya çalışıyor ama sakızın ağırlığı ve dilimin kuvvetsizliğinden bunu bir türlü beceremiyorum. Meyveli sakızlardan ötürü koyu laci yağmurluğum çok güzel kokuyor. Cikletler bitince odamdaki odamdan odama ışınlanıyor, öpüştürüp ağızları kapatıyor, kokunun dışarı çıkmamasını sağlıyorum. Dolabın yanına geçiyor, garip bir sistemle, bazen çapraz, bazen üst üste, bir çizgi film yaratırcasına çıkartmaları diziyorum. Bundan sonra şu, şundan sonra da bu gelmeli, ve bundan sonra da bu. Sakızları seyrek aldığım döneme kadar böyle gidiyor. Peter gidiyor. Evde tek kalıyorum. Bazen yatak ile duvar arasına giriyorum, bazen doğruca yatağın altına. Bazen üst komşunun sandalyelerini kırıyorum. Utanarak eve kaçıyorum. Bazense alt kattaki oyunlara katılıyorum. Öpüşme sahnesi olmaz umarım diye düşünüyorum. Belki de olsun istiyorum. Hep ne zaman öpüşme zamanı gelecek diye düşünüyorum. Gelsin gelecekse ve bitsin. Bazen üst kattaki balkona sörf yapmaya gidiyoruz yazları. Ve kapının önü dünyanın en iyi kalesi oluveriyor akşamları.

Şimdi bu evi yıkacaklarmış, yani ben gittiğimde, evden dolap gittiğinde, bu insanlar gittiğinde, diyorum, ev zaten yıkılmıştı. Artık kalbi daha fazla dayanmıyormuş, diyorum. İçinde kalan periler, sihir tozları, gizli boyutlar, hayali ve hayali olmayan arkadaşlıklar, iftarlar ve kahvaltılar… Hepsi zaten çoktan gitmişti, diyorum. Evi uzaktan izleyeceğim diye söz veriyorum kendime ve molozlar arasında çocukluğumu arayacağım, diyorum.

,

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »