Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

Minare Ucu

meşe palamuduna,

mut-le’ye,

Umarım huzurlusunuzdur gittiğiniz yerde;

Sizi seven bir kişi var en azından hâlâ bu garip dünyada.



Minare Ucu

Telli sokağın en sonundaki ya da en başındaki pembeli binada cigara tüttürüyordu Necdet ya da Nejdet amca “ya da” Amca. (Samsun’du bu tüttürülen, çok net hatırlıyorum.) Yağlı, yer yer sarıları sanki üzerine tentürdiyot dökülmüşçesine turuncumsu, ama normalde beyaz olan saçları ise her zamanki gibi yana yatmış duruyordu öylece. Üzerindeki hardal veya kahverengi kazağıyla, 150 santime-100 santim balkonunun mavi veya lacivert minderli siyah sandalyesine oturmuş, yanında küllük görevini gören apaçık gri (neredeyse beyaz gibi bir gri) çöp kovası ve bir sürü angaryayla beraber dışarının yazdan bozma kışına kucak açmıştı. Bir kış gününde, uzun sonbahar döneminden sonra ilk balkona çıkışıydı bu ve çok heyecanlıydı. (Bazen böyledir ya; uzun süre bir iş yapmayınca birden ona karşı bir heyecan duyarak işe kalkışırsınız, biliyorsunuz.)

Sırtını kaşıyarak uyuttuğu yan komşunun genç annesini gördü balkondan. Birden “Elvis!” diye bağırdı. Sonra o yandan delikarizma gülüşünü attı. (Elvis görmedi.) Takma sarı (-yani altın da olabilir-) dişi vardı, bu gülüşten gözükebilen sadece oydu. “Necoo!” diye çıkıştı Fikoş, ama dinlemedi Necdet; çok kafasına buyruk biriydi. Aklına koyduğu şeyi yapmadan rahat edemezdi. Alnındaki kırışıkları şaşırmış ifadesine getirerek daha da kırıştırdı. Cigarayı sol eline aldı:

“Elvis kız baksana buraya!”

Elvis 1.60 boylarında, yeşil gözlü, eski veya yeni Fransız kadınlarını andıran çok hoş bir kadındı. (Fransız kadınları deyince sanki güzelliğine güzellik katılıyormuş gibi olmadı mı allasen, misal onu demesem çirkin sanacaktın. “Öyle mi, değil mi?” -EC-)

“Elvis!”

“Efendim Necdet Abi!”

“İki saattir sana bağırıyorum kızım neden bakmıyorsun?”

“Duymadım Necdet abi kafam biraz dalgın da bugün.”

(Elvis küçükken ayakkabılarının bağcıklarıyla oynarken de böyle dalardı işte, ama bu onlardan biraz -ama çok az- daha farklıydı.)

“Kafa dalgın olur mu kızım? İnsandır dalgın.”

Elvis kıkırdadı. Hoşuna gitmişti bu cevap.

“Neyse iyi iyi. Şimdi bana…”

“İyi mi?”

“Evet iyi. Dur şimdi bana şey al şu yandaki bakkaldan… Neydi dur yazmıştım ama… Heh, heh buldum: Minare ucu…”

Elvis gene kıkırdadı.

“Ne gülüyorsun kız, iyi yaz şunları aklına; sonra unutursun da gelirsin gerisin geriye.” (Deniz”lili” idi Necdet, belli ediyordu bunu burada.)

“Tamam, söyle sen gülmüyorum, aklıma yazıyordum.” dedi şapşal bir ifadeyle; yüzündeki gülümsemeyi bozmak isteyen bir ifadeydi bu ama pek başaramadı. Sanki otobüste telefonla çooook eski ve çoook hatırlı bir arkadaşıyla konuşmuş da, çok gülmüş de, ve o konuşurken otobüsten çıt çıkmamış da, ve telefonu kapadıktan sonra herkes onu göz ucuyle kesmiş de; o da telefonu kapadıktan sonra pencereden bakmaya devam ederek gülümsemesini -herkes ona baktığı için- hemen bozmak istememiş ama bozmuş gibi bir ifadeydi bu suratındaki.

“Minare ucu… Ne yazıyor yahu burada? Fikoş ne yazmışın sen? Televizyonda gördüğü her şeyi yazıyor benim gözler bozuk tabii. Fikoooş. Hala duymuyor. (Hep bu diyaloglar var bu hikâyelerde nedense.) Ha şey, Mısır püskülü ve da da da da… Daaaaa-vuuuul toooo-zuu. He bir de az daha unutuyordum, Kurbağ-ğa ö-zü en önemlisi buymuş.”

Elvis bir an acaba cadı mı diye düşündü Necdet amcası için. Birden ona “abi” demeyi kesti, hem abi olması için arada az yaş farkı olması gerekirdi; ama Elvis’ten en az 35-40 yaş büyüktü Neco.

“Ne? Necdet Amca ne diyorsun yahu, güzelce söyle ya da oku şunu?

“Kızım ne demek ne diyorsun? Muşmula gibi bakma suratıma. Satılıyor bunlar bakkalda. Yeni gelmiş. Her derde devaymış. Saçıma sürüceğim, saçlarım gürleşip sarılaşacak eskisi gibi. Sonra kaynatıp içiceceğim bu kış hastalıksız geçecek. Gerçekten çok işe yarıyormuş. televizyonda bile bas bas bağırıyorlar. Reklamları izlemiyor musun hiç sen? (Hiç izlemezdi, “zap”lardı.) Böyle paket halinde satılanları da varmış. Kurşun bile dökülüyormuş. Onlardan al da gel bana kızım. Hadi, kırma beni. (Kıramazdı Elvis kimseyi.) Bakkala söyle o verir sana.”

Elvis şaşkınlık içinde gitti ve Barış’tan veya Mustafa’dan istedi o zıkkımı.

“İşte Barış bir paket varmış Necdet Amca söyledi. Minareli bir şey, toz filan. Saça sürülüyormuş. Kaynatıp içiliyormuş televizyonda çıkmış yahu! Öyle dedi.”

Musti biraz duraksadı. (Barış da olabilir.)

“Abla bence seni fena kandırmışlar.”

“Ne? Nasıl?”

Bir anlık sessizlikten sonra Elvis çok ama çok büyük bir kahkaha patlattı. (Onun -siz bilmezsiniz ama- meşhur bir kahkahası vardır.) Gülmesine ve pembeleşmesine bakkalcı ikiz kardeşler de güldü. Oradan geçen herkes bu gülen insanlara imrenerek bakıyordu. Kamera şakası gibi bir şeydi bu; kendine gülebilenler büyük insandır diye bir yazı okumuştu, büyük insandı Elvis! Gerçi Neco’nun bu ilk numarası değildi. Daha önce -Fiko’dan öğrendiği kadarıyla- çok kişiyi böyle işletmişti ve işletirdi. Ama nasıl da kendisi gibi akıllı biri bu tongaya düşmüştü? Düşünmemek en iyisiydi ama düşünmeden de edemiyordu.

10 dakika sonra yolda yürürken içinden sesli düşündü: “Hee, demek ondan iyi dedi kafam karışık deyince.” (Elvis’in kafası cidden dalgın daha ne dediğini bilmiyor 10 dakika önce Neco’nun.) “Alacağın olsun be Necdet Abi!”

Evin oraya geldiğinde çok tatlı ve kırmızı bir ifadeyle balkonda kıkır kıkır gülen Neco’ya bakarak son söz olarak şöyle dedi:

“Neco ‘Abi’iiiiiii, sana bir daha gelirsem iki olsun! Hıh!”

Necdet arkasından bir terlik fırlattı ona ama isabet etmedi. Zaten isabet ettirmek istememişti. Elvis sanki 5-6 yaşında bir çocukmuş gibi arkasını dönüp dilini çıkarttı abisine, güldü. Sonra da bahçeye düşen terliği alıp yukarıya çıkardı.

(Daha sonraları Elvis -Fiko ve Neco ölene kadar- her iki günde bir onlara kahve içmeye gidecek, evlerini toparlayacak ve 3 çocuğunun göstermediği vefayı onlara, o gösterecekti.)


Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »